Doğunun iki büyük oğlu ; Güneş ve Türk…Güneş’i ve Türk’ü doğuran şefkatli ana kucağı…Bu kucakta büyüdü Türk, bu kucakta beslendi, bu kucakta yiğitleşip dünyaya nam saldı.
Doğu ana bu iki büyük oğlunu doğururken onların yükseklere çıkıp ufkun da ötesine bakmalarını hayal etmiş olacak ki bu iki oğul gözlerini doğdukları günden beri batıdan, onun da batısından, ufkun da ötesindeki batıdan alamadılar.
Büyük oğul güneş düştü önce yola.Doğdu, yükseldi ve gitti…Anası ardından bakakaldı.Oğlu ondan uzaklaştıkça gözleri karardı, içinden bir şeyler koparmış gibi oldu.Güneş uzaklaştıkça dünyası kararıyordu ananın...Ve büyük oğul güneş sonunda gözden kaybolmuştu.Zifir gece…
Türk düşündü, düşündü…Onun da aklı ufkun ötesindeydi.Türk geceden daha kara düşündü…
Sonunda bir kurt ulumasıyla uyandı derin düşüncelerden.Gitmeliydi o da.Ana kucağından çıkıp ufkun arkasına bakmak için yola çıkmalıydı.Bu düşünceyle büyüdü Türk, bu düşünceyle yiğitleşti, bu düşünceyle abisinin boşluğunu doldurup anasına ışık oldu.Önce tutup kaldırdı annesini yükseğe.Sonra kendisi yükseldi.Binlerce yıl sonra kendisine hatırlatılacak olan “Yüksel Türk, senin için yükselmenin hududu yoktur” sözünden habersizce yükseldi.
Tanrı katına vardı.Tanrı’yı tanıdı, kendisinden daha güçlü olan varsa işte o da Tanrı’ydı.Bunu anladı, buna iman etti.İşte yüzlerce yıl sonra Tanrı’nın hizmetkarı olacak olması da bu günden başlamıştı aslında.
Tanrı ona yeryüzüne inmesini söyledi.Buyruğa karşı gelinmezdi ve Türk “yağız yer”e indi.Yağız yere onu Tanrı göndermişse onun değerini bilmeliydi artık.O çökmedikçe töre çökemezdi artık.Sadık dost da oydu, son kucak da…Türk bunu da anladı.
Artık anadan ayrılmanın vakti geldi.Türk Tanrı’nın kırbacı oldu gitti batıya…Anası üzülür gibi oldu önce, içi sıkılır gibi…Sonra dedi ki ; abisi de gitti ama bak her gün döner gelir anasının yanına, vefasız değildir benim evlatlarım…
Türk annesinin bu sözünü duyamayacak kadar uzaktaydı artık.Balkanlarda, Avrupa içlerinde, Viyana önlerinde, İstanbul surlarında, Arap çöllerinde, Afrika sırtlarındaydı artık.Mohaç ufkunda uçuyor, Ankara’da düşüyor sonra yine ayağa kalkıyor İstanbul surlarını dövüyordu…Türk artık anasını duymuyor, Tuna’yla konuşuyor, Kızılırmak’la sırlarını paylaşıyor, derdini Akdeniz’e döküyordu…
Güneş her gün gidiyor ve geri dönüyordu.Ama giden Türk geri dönmüyordu.Türk’ün gidip dönmediği bir tek Yemen değildi…Annesi evladından uzakta her geçen gün biraz daha çöküyor, yıpranıyordu.Yiğit evladı yoktu ki annesini ciğersiz milletlerin kıskacından kurtarsın.Yiğit Türk artık ufkun arkasından hükmediyordu dünyaya ama annesi aklına gelmiyordu artık.Bazen ardına dönüp bakıyordu ama anayurduna çok uzaktı…
Anne evladına duasını esirgemiyor, dara düştüğünde biricik yiğit oğluna temiz ağzıyla Türkistan duaları gönderiyordu.Türk de bunun farkındaydı ama nedense dönmüyordu, dönemiyordu annesine…
1071-2010…939 yıl sonra atam, Sultan Alparslan’ın ayak bastığı, dağları titrettiği, kahpeyi dize getirdiği topraklardayım.Çağın kılıcı -kalem- elimde; Süphan eteklerinde, tam da zalim düzeninin yerle bir olduğu o topraklardayım.
Burunları sümüklü, ayakları kirden simsiyah, Süphan rüzgarının yaktığı esmer tenleri olan çocukların okuduğu bir köy okulunda müdürüm.Her gün okula giderken ve okuldan dönerken gözümü alamıyorum Süphan’dan, yükseklerden…
Günlerden 10 Kasım.Ata’yı andık okulda.Buruktum…Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya mısrasını iliklerime kadar hissediyorum.İçim parçalanıyor.
Türk geçmiş bu topraklardan…Ama geçmiş, bir daha geri dönmemiş…İşte bu acıtıyor yüreğimi.Konuşmamı yaptım törende.Dilim döndüğünce Türk’ü, Atatürk’ü anlattım çocuklara.Taş atan, ülkede iki bayrak olduğunu zanneden, ciğersizlerin kucağına düşmüş çocuklara…
Tören bitti köyün içinde gezintiye çıktım.Hayatımda yaktığım en efkarlı sigaram elimde…Annemi özlüyorum, ata topraklarındayım ama annemi binlerce yıl önce terk etmiş gibiyim sanki…Özür mü dilemeliyim?Faydasız olurdu…Yürüdüm doğuya doğru, Süphan’a, doğunun yükseklerine…Virane sokaklardan birinin başında gözlüğünün altında bakan, sinirli ve yaşlı bir çift göz…Bakışlarını bende dondurmuş, batıdan gelen bana bakıyor, bende batıyı görüyordu herhalde.Boyalı batılı ayakkabılarımda doğunun çamuru, sarışın batılı tenimde doğunun rüzgarı ve gözlerimde doğunun yaşlı gözleri…Ürperiyorum, yalan yok…
Korkarak yanına gidiyorum ihtiyarın.Selamünaleyküm diyorum.Selam Allah’ın, o da karşılık veriyor.Simsiyah taşlardan yapılmış duvara yaslanarak konuşuyor benimle.Nerelisin?Konyalıyım amca.Amca çok sinirli.Mizacı böyledir diye düşünüyorum.Ortam yumuşasın diye öylesine soruyorum aklıma gelen ilk soruyu, gülümseyerek.Sen nerelisin amca?Ben, diyor, seninle aynı yerdenim.Anlayamıyorum.İhtiyar devam ediyor.Orta Asya’dan geldim ben…Kusura bakma bugün moralim biraz bozuk, dedem öldü benim dedi.
Dizlerim titriyor.Böyle bir cümleyi duyma ihtimalimin sıfır olduğunu sanırdım.Doğruydu ama doğruların yok olmaya yüz tuttuğu topraklarda bir doğrunun bu kadar yalın olarak yüzüme söyleneceğine ihtimal vermiyordum…
Doğru söylüyorsun dedim.Okula daha önce geldiğini ve müdürle görüşmek istediğini fakat müdürü bulamadığını söyledi.Benim müdür olduğumu bilmiyordu ama kızmıştı müdüre sanırım bulamadığı için.Korkarak müdür olduğumu söyledim, ardından hemen ekledim çayımı içmeye gel her zaman…Gelirim dedi.
Ayrıldık.Günler geçti aradan gelmedi.Sonra bir gün çıkageldi.Hemen buyur ettim çay yaptım, sigara ikram ettim almadı ama sen iç ben de seni seyredeyim dedi.Çaylarımızı içerken hayranlıkla benim sigara içişimi izledi.
Gittikçe ısınmıştım Yusuf Amca’ya.Sohbet koyulaştı.Adı Yusuf soyadı Ata.Ama ismini söylerken Yusuf Atatürk diyordu.Atatürk benim dedemdir dedi.Anlattıkça anlatıyordu.Eski öğretmenlerden, eski öğrencilerden, eskilerden bahsetti hep.Sonra hem fikir olarak kimler geldi kimler geçti dedik bir ağızdan.
Bir itirafta bulundum.Yusuf amca etrafına baksana buraya gelen herkes gitmek ister dedim.Birden durdu.Film sahnelerindeki en usta oyunculardan bile daha doğal bir yüz ifadesiyle bana baktı.Kızmıştı…
Yanlış bir şey söylemiş olmaktan korkarak belki yumuşar diye öyle değil mi ama? dedim.
Gidin tabi bırakın gidin buraları dedi.Şimdi siz buralardan gitmeseydiniz buralar hep orman olurdu dedi.Anayurt Ötüken Ormanları’nı düşündüm.Bilmiyorum ama sanırım şimdi oralar da Moğolistan çöllerine uyum sağlamış, çölden de çöl olmuştur..
Bırakın gidin tabi…Sen gideceksin, o gidecek, kimlere kalacak burası…İşte burada yaşayanlar.Bir taş koymamışlar taş üstüne dedi.
Okul yıllarında bir dönem dilime dolanmış, sen yanmazsan ben yanmazsam nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa sözleri geldi aklıma yine.
Sonrası nasihatler.Gitmeyin, bırakmayın yurdunuzu…Beynimden kurşun yemiş gibiydim.Bu sözlerin üstüne en az yarım saat daha konuştuk ama hiçbirini hatırlamıyorum şimdi.Bu sözler kurşun olup saplanmıştı çünkü beynime…Utandım…
Yusuf amcayı uğurladım.Sözleri aklımdan çıkmıyor o günden beri.Kalıp savaşmayı istiyorum ama hemen ardından yalnız olduğum düşüncesi geliyor aklıma.Yalnızlığı hissediyorum içimde.
Nerede Anadolu’daki bozkurtlar? Nerede karanlıkları yırtan ulumaları? Nerede doğunun evlatları? Neden dönmez gidenler?
Nerede o yiğitler ki, gür sesleri ülkeyi bürür
Yürü dese dağlar yürür, dur dese kalpler dururdu…
Dilimde hep ortaokulda korodayken söylediğim “Burası Muş’tur” türküsü şu sıralar…Ama ne yazık ki o zamanlar Muş’u hiç düşünmeden söylüyordum Muş’un türküsünü…Şimdi düşünüyorum Muş’u, Malazgirt’i, Alparslan’ı, tüm geçmişimi ve doğuyu, annemi…
Yalnızım neredesiniz bozkurt kardeşlerim, uzatın ellerinizi can çekişen annenize, bırakın batıyı…Çünkü geldiğimde gördüm ki kızıl elma burada.Bir sabah güneş doğarken doğuya bakın, gözleriniz kamaşsın, kardeşiniz güneşin ışıkları saplansın gözlerinize, saplansın ki uyanın…Siz uyursanız anneniz ölür...
Ahmet ÖZYER

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder