Doğu ana 940 yıl evladının yokluğunda hep geceyi yaşamıştı.Türk oğul on asır sonra döndü yurduna. Döndü, çünkü artık bir zamanlar ışık verdiği batı, kendi sahte ışıklarını yaratmıştı. İnsanlar artık parlak avizelerle aydınlanıyor, yarattıkları sahte dünyada göz kamaştıran ışıklar altında sahte mutluluklarla ecnebi danslar ediyorlardı. Ve işte bu göz kamaşmasıyla gerçeği arayanlar da sarhoş oluyor, yine sahte gülücükler, sahte sözler içinde çırpınarak boğulup gidiyorlardı. İyi insanlar da bir yıldızın kaymasında olduğu gibi peşine takıldıkları parlak ışıkların ardında son nefeslerini de tüketiyor, sönüp kayboluyorlardı. Çünkü güneşe benzemeye çalışan yıldızlar gibi olan aydınlar artık güneşe değil ampullere benzemeye çalışıyorlardı. Yani aydınların ışıkları da sahteydi artık… Arzda yaratılan sahte yıldızlar semadaki gerçek yıldızların görünmesine engel oluyordu. Yüzünü göğe çeviren zavallı insanlar da siyahtan başka bir şey göremiyorlardı. Batı artık eski batı değildi. Yeni batıda doğunun oğlu Türk’e yer yoktu artık. O da, küllenmiş aydınlığını alıp döndü ana yurduna.
Döndü dönmesine ama doğuyu da bıraktığı gibi bulamadı. Yaşlı anası, evladının, onu içine terk ettiği karanlıklar içinde ölmüştü. Güneşin ve Türk’ün küçük kardeşleri de analarından sonra dağılmışlar, sinmişler, özlerini yitirmeye yüz tutmuşlardı. Velhasıl, ne doğuda doğuluk kalmıştı ne batıda batılık. Kıyametin büyük alameti de gün yüzüne çıkmıştı. Batıdan sahte güneşler doğuyor, doğunun has güneşleri batıyordu doğudan.
Türk dönünce karanlıklar biraz yırtılır gibi oldu. Gök kubbe, Tanrı Dağı’nda atan tan vakitlerini anımsadı. Kadim dostu Türk’ü görünce olanca gücüyle ufukları parçalamak, karanlığın boğazına tırnaklarını geçirip liğme liğme etmek için çırpındı. Ama nafile… Doğu’nun bahtı gibi siyah bulutlar hakimdi artık bu mavi bayrakta. Hava her dem durgun, toprakta ölüm sessizliği hakimdi. Mavi Turan bayrağını titretecek bir damla rüzgar bile kalmamıştı…
Güç bela bulduğu bir aralıktan yere gönderdi ışığını Türk. Işığın düştüğü yer tanıdık gibiydi. Ancak geçen on asır burayı hatırlamasını güçleştiren puslu bir cam gibiydi. Türk düşündü… Yüzlerce yıldır yapmamıştı bunu. Öz yurdu üstünde kafa yormayalı hayli zaman olmuştu. Zorlandı ama hatırladı. Burası soyunun eviydi. Atasının bir zamanlar yaşadığı ev…
Süphan’ın eteklerinde kimsesiz boynu bükük kalmış bu yuva.Adını Kutalmışoğlu Süleyman Şah’tan almış.Kimsesizliğine yalnızlığına inat, kafa tutuyor asırlara.Belki bir gün evladı döner de ona sahip çıkar düşüncesiyle hala ayakta.Ama artık son günlerini yaşayan ihtiyarlar gibi, güçsüz düşmüş.Çünkü hayli zaman horlanmış, terk edilmiş…
Gördüğü bu manzara hayırsız evlat Türk’ün gözlerini nemlendirmeye yetmişti.Ama daha bunlar denizde damla gibiydi.Türk’ü ağlatacak o kadar çok şey vardı ki…Bin yıldır sahte gülümseyişlere alışmış Türk, ağlarsa, belki anlayabilirdi ata yurdunu.Hatta ancak ve ancak ağlarsa anlayabilirdi…Akif’in korktuğu başımıza gelmişti çünkü.”Çatma, kurban olayım ; çehreni, ey nazlı Hilal!” sözlerinin,yürekten söylenmeye söylenmeye büyüsü bozulmuş, nazlı Hilal’in kaşları çatılmıştı.Esen kahpe rüzgarlar çimdik çimdik koparmıştı al benzinden gülüşlerini bayrağın.Uçları püskül püskül olmuş öylece titriyordu şimdi kutsal emanet.
İlk gördükleri bunlardı Doğu’nun evladının.Çünkü öz yurdunda parya muamelesi görmüş olsa da nazlı hilal; hala bir ışık veriyordu etrafına.Belki bunca karanlığın içinde Türk evlat görür de koşar imdadına ana yurdunun diye…”Ben burada neden varım? Varsam sen neden yoksun?” Beyni ve kalbi dağlayan bu iki soruyu sorar gibi titriyor ay yıldız.Cevabını bilse de soruyordu.Cevap basit:Ardına çil çil kubbeler serpen ordu, dönüp ardına bakmamıştı bir daha…Bir dakika, bir dakika…Şimdi soru sorma sırası bende diye düşündü Türk.Peki nerede benim mukaddesatımı emanet ettiğim insanlar, nerede bozkurt bakışlı kardeşlerim?
Bozkurtlar…Yedi düvele kafa tutmuş, emanetlerine sahip çıkan, onları Rus’tan, Ermeni’den, yedikleri tasa pisleyen itlerden korumuş bozkurtlar…Ama onların da bir dayanma gücü vardı elbet.Onlar da kocayınca, çaresiz, itlerin maskarası olacaklardı.Bunu bilmeliydi Türk.Arada bir dönüp onlara güç kuvvet vermeliydi.Ama yapmadı.Şimdiyse iş işten geçmek üzereydi.
Evet, itler…Dört yanı istila etmiş gönüllerince hırlıyor, yol kesiyor, hüküm sürüyorlardı.İşte bu itler artık farkındaydı cami duvarına işenmeyeceğinin.Çözüm yolunu bulmuştu onlar da kendilerince.Biliyorlardı ki Türk’ü Allah’a yükselten iki merdiveni vardı.Biri minare, diğeri sancak...İşte bu itler cami bahçesinde gölgelenip, sancağın altına pisliyorlardı.Gerçi Türk, atasının evindeki bu rezilliği görünce çobansız it olmayacağını bilerek bu itlerin çobanını bulup başını ezmeye ant içti…
Bahçe…Bahçede tek bir ağaç bile kalmamıştı.Oysa gençken soysuza haddini bildirip buradaki ağaçların gölgesinde terini silerdi Türk.Şimdi, değil ağaç, ot bile kalmamıştı bahçede.Nasıl kalsın?Türk’ün iman dolu göğsü gibi sağlam bahçe duvarları artık yerle birdi.Yıkık dökük, virane…Bunu fırsat bilen boynuzları Bizans mızrağı öküzler dolup kalmıştı bahçeye.Etraftaki onca pisliğe aldırış etmeden, pervasızca gezinip duruyorlardı bahçede.Belki de buradaki itlerin hırlamadığı tek canlılar bunlardı...Yanlış!O an gözü bacalara tünemiş kargalara ilişti Türk’ün.Onlar da kafa kafaya vermiş sinsi planlar yapıyorlardı.Yemen’de Türk’ün karnını deşmiş kahpeliklere eş, planlar yapıyordu leş kargaları…Üstelik artık onlara bu gökyüzünü zindan edecek kartal da kalmamıştı pek buralarda…Onlar da buranın rahatlarındandı.O kadar rahatlardı ki onların sesleri de, it seslerine karışıp semayı kaplıyordu.
Üşür gibi oldu Türk.Kar soğuktu çünkü.Soğuk olmasına rağmen toprağı olanca beyazlığıyla kaplamıştı.Sarıkamış’ta bu toprağın gerçek sahiplerine yorgan vazifesi görmüş beyaz örtü, sanki bu kutsal toprakları, üzerinde yaşanan pisliklerden muhafaza etmek ister gibi örtmüştü…Yok yok üşümesi bundan değildi zaten Türk’ün.Ürperiyordu içi.Bin yıllık pişmanlık ruhunu kaplamıştı.İşte şimdi Türk’ün gözleri Tuna gibi, Volga gibi, Fırat gibi, Dicle gibi, Orhun ve Selenga gibi, Murat gibi çağlıyordu.
Bir yandan ağlıyor bir yandan Türkistan’dan, Tanrı Dağları’ndan, Ötüken Ormanları’ndan gelen gür sesi işitiyordu.Kürşad’ın sesiydi bu.
“Ve bir gün tan atarken yüce Tanrı Dağı’ndan,
Kürşad’ın gür sesi duyulacak:
Atlar Vey Irmağı’nda sulansın!
Güneş!Doğduğu yerde karşılansın!
Emri tekrar edecek gök, toprak, deniz…
Bozkurtlar uluyacak bütün Anadolu’dan
Biz de sizdeniz, biz de sizdeniz…”
Gerçekten öyle mi?Peki Kürşad görse şimdi bu ahmaklığımızı, görse ki emanetine hıyanet etmiş öz evlatları; verir miydi bu emri?Peki duyulur mu bozkurtların sesi Anadolu’dan?İt sesleri, karga sesleri bastırır mı acaba bozkurdun hürriyet çığlıklarını?Hepsinden öte, hepsinden vahim, hepsinden müphem, acaba Vey, bize verir mi suyundan?Haydi Süphan yol verdi diyelim, peki Vey yol verir mi, geçirir mi köprülerinden?Bir geçmişimize bakar bir de bize bakarsa halimiz nicedir ey bozkurt kardeşlerim?Yiğit Türk kanıyla taşmış Vey; atamıza layık olmadığımızı görünce bizi de, taşkınıyla sel olup boğar mı acaba ne dersiniz?
“Ben bir ulağım,pusatsız,atsız, yalın ayak fakat yorulmayan bir ulak.” diyor Dilaver Cebeci ve bizlere Vey’den haber getiriyor.Gelin kulak verelim bu habere.Diyor ki:Yer yüzünde ırmaklar çoktur. Kimi ağır, yorgun, sessiz akar, kimi başı dumanlı dağların arasından çoğalıp gider, kimi Fuzuli'nin dediği gibi, '' Başını taştan taşa vurup gezer''… Ama Vey onlara benzemez. Ben Vey Irmağı’nı görmedim. Görmedim ama, bilirim ki; Vey'in bütün ırmaklardan başka bir yanı vardır. Vey Tuna'ya bile benzemez.Kızılırmak mı diyorsunuz? Çok dertleşmişimdir onunla. Onun kııylarında yılgınlar olur. Geceleri, onun kıyılarında, Hitit savaş arabalarının tekerlek seslerini duyarsınız. Bir köprü başında allı gelinin türkülerini duyarsınız. Aras mı dediniz, Fırat mı, Dicle mi dediniz? Günlük hayatımızın her anında, bizimle yanyana, bizimle iç içe, bizimle kankardeştir onlar.
Ben Vey Irmağını hiç bilmem, hiç görmedim. o bin üç yüz yılın küskünlüğü ve garipliği ile, erimez demir dağların ardından, bir deli cengaverin yenilmişliği ile, sadece haritadan görebildiğim bir yöne gider. Düşlerimde görürüm ki; ne zaman bir yağmur yağsa, bütün köprüleri yıkar. Yıkar da bir Allah'ın kulu geçemez.
Vey Irmağı, Güneş’e de küskündür. Bir sarışın sabah güneşi, ona sebil olan asil kanların nasıl pıhtılaştığını, nasıl yatağına karışıp onu nasıl kızıla boyadığını göstermiştir.Güneşten gayrı tanığı olmayan bir yenilgisi vardır Vey'in. Bin üç yüz yıl önce kör bir geceydi. Göğün ebedi kandilleri yıldızlar bile görmedi. Kimseler duymadı. Nispetsiz bir cengin galipleri ve yenikleri bilir sadece.
Vey isterdi ki; nerde küheylana binmiş bir yalın kılıç yiğit varsa, gelsin köprülerden geçsin, suyundan içsin. Hürriyete doğru uzanan yollara geçit versin. Vey isterdi ki; yiğitler doğuran analar ağlamasın. Yavru kurtlar öksüz büyümesin. Gel gör ki; o yağmur yok mu? o uzun, kevgire dönmüş göğün bitmek bilmeyen suyu..
Onun da kıyılarında yılgınlar olur mu acaba? Söğütler eğilip alnından öperler mi? Hala kan renginde mi akar? Bilmiyorum… Ben Vey'i hiç görmedim.
Vey sadece yaşamın savaş olduğunu bilir. Hele erce yaşamanın en büyük savaş olduğunu… Şöyle bir yol bulabilse Anadolu'ya doğru, Tanrı'nın önünde durulmaz buyruğu olmasa; dağlardan, ovalardan vadilerden, kavruk çöllerden geçip gelecek. Gelecek de tembel hafızalarımıza kin gibi akacak, nur gibi akacak ve “Uyanın!” diyecek. O yağmurlu, acılı, kanlı geceden bahsedecek. Mayamızın toprağından kokular getirecek. Bin üç yüz yıldır sinesinde sakladığı taze ve sıcak kanları damarlarımıza dökecek. Vey damarlarımızda akacak.
Ben bir ulağım,pusatsız,atsız, yalın ayak fakat yorulmayan bir ulak. Düşlerimde haberler işitirim. Sonra onları yavru kurtlara anlatırım.Yeni düşler öğütlerim.
Vey'e giden yolları bilir misiniz? Yaban otların boy attığı bizim öz yollarımızı bilir misiniz? Kervansaray yıkıntılarını, muhkem kal'aları bilir misiniz? Geçebilir misiniz?
Öyle ise; size Vey'den selam getirdim. Orası çaresizliğin, tatlı ölümün , küheylan atların kıyısıdır. Üçler, Yediler, Kırklar hep oraya uçup giderler. Orası erenlerin kıyısıdır.
Şimdi Vey, bin üç yüz yıllık bir hatırayı yaşıyor. Şimdi orada delice bir yağmur yağıyor. Yıldızsız, aysız bir gecedir. Kırk yiğidin cenk naralarından, kılıç şakırtılarından, at kişnemelerinden, gök gürültülerinden özge ses yoktur orada. Vey her sabah, kanlı gözlerle uyanır. Uyanır da, Hürriyet türküleri söyleyen yağız ozanların yanık kopuz seslerini dinler.
Ben Vey'i hiç görmedim. Hiç bilmem. Onu düşlerimde duyarım sadece. Ben garip yaşayan yapıldak bir ulağım.
Vey'in ve Kırkların size selamları var yavru kurtlarım..” diyor rahmetli Dilaver Cebeci.
Ben Vey Irmağını hiç bilmem, hiç görmedim. o bin üç yüz yılın küskünlüğü ve garipliği ile, erimez demir dağların ardından, bir deli cengaverin yenilmişliği ile, sadece haritadan görebildiğim bir yöne gider. Düşlerimde görürüm ki; ne zaman bir yağmur yağsa, bütün köprüleri yıkar. Yıkar da bir Allah'ın kulu geçemez.
Vey Irmağı, Güneş’e de küskündür. Bir sarışın sabah güneşi, ona sebil olan asil kanların nasıl pıhtılaştığını, nasıl yatağına karışıp onu nasıl kızıla boyadığını göstermiştir.Güneşten gayrı tanığı olmayan bir yenilgisi vardır Vey'in. Bin üç yüz yıl önce kör bir geceydi. Göğün ebedi kandilleri yıldızlar bile görmedi. Kimseler duymadı. Nispetsiz bir cengin galipleri ve yenikleri bilir sadece.
Vey isterdi ki; nerde küheylana binmiş bir yalın kılıç yiğit varsa, gelsin köprülerden geçsin, suyundan içsin. Hürriyete doğru uzanan yollara geçit versin. Vey isterdi ki; yiğitler doğuran analar ağlamasın. Yavru kurtlar öksüz büyümesin. Gel gör ki; o yağmur yok mu? o uzun, kevgire dönmüş göğün bitmek bilmeyen suyu..
Onun da kıyılarında yılgınlar olur mu acaba? Söğütler eğilip alnından öperler mi? Hala kan renginde mi akar? Bilmiyorum… Ben Vey'i hiç görmedim.
Vey sadece yaşamın savaş olduğunu bilir. Hele erce yaşamanın en büyük savaş olduğunu… Şöyle bir yol bulabilse Anadolu'ya doğru, Tanrı'nın önünde durulmaz buyruğu olmasa; dağlardan, ovalardan vadilerden, kavruk çöllerden geçip gelecek. Gelecek de tembel hafızalarımıza kin gibi akacak, nur gibi akacak ve “Uyanın!” diyecek. O yağmurlu, acılı, kanlı geceden bahsedecek. Mayamızın toprağından kokular getirecek. Bin üç yüz yıldır sinesinde sakladığı taze ve sıcak kanları damarlarımıza dökecek. Vey damarlarımızda akacak.
Ben bir ulağım,pusatsız,atsız, yalın ayak fakat yorulmayan bir ulak. Düşlerimde haberler işitirim. Sonra onları yavru kurtlara anlatırım.Yeni düşler öğütlerim.
Vey'e giden yolları bilir misiniz? Yaban otların boy attığı bizim öz yollarımızı bilir misiniz? Kervansaray yıkıntılarını, muhkem kal'aları bilir misiniz? Geçebilir misiniz?
Öyle ise; size Vey'den selam getirdim. Orası çaresizliğin, tatlı ölümün , küheylan atların kıyısıdır. Üçler, Yediler, Kırklar hep oraya uçup giderler. Orası erenlerin kıyısıdır.
Şimdi Vey, bin üç yüz yıllık bir hatırayı yaşıyor. Şimdi orada delice bir yağmur yağıyor. Yıldızsız, aysız bir gecedir. Kırk yiğidin cenk naralarından, kılıç şakırtılarından, at kişnemelerinden, gök gürültülerinden özge ses yoktur orada. Vey her sabah, kanlı gözlerle uyanır. Uyanır da, Hürriyet türküleri söyleyen yağız ozanların yanık kopuz seslerini dinler.
Ben Vey'i hiç görmedim. Hiç bilmem. Onu düşlerimde duyarım sadece. Ben garip yaşayan yapıldak bir ulağım.
Vey'in ve Kırkların size selamları var yavru kurtlarım..” diyor rahmetli Dilaver Cebeci.
Ahmet ÖZYER

Tanrı Türkü korusun ve yüceltsin...."Türklük duygusu,her türkçüye en tatlı kımızdır.Türk ülküsü candan da aziz bayrağımızdır."
YanıtlaSil