Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

12 Mart 2011 Cumartesi

Türk Soylulara Türkiye Türkçesinin Öğretiminde Yaşanan Sorunlar ve Çözüm Önerileri


“Bir gün tüm Türk Devletleri ile Çin Seddi’nde buluşacağız.”
 
Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün de ifade ettiği gibi, bizler yani Türk milletinin fertleri geleceğe hazırlık yapmalı ve alemde yaşayan tek Türk topluluğunun biz olmadığını bilmeliyiz. Peki kimlerdir Türk soylular, nerelerde yaşar, hangi dilleri konuşurlar? 

Türk Soylular Kimlerdir?
Johanson’un 1998 yılında basılan The Turkic languages isimli kitabından alınan bilgiler Türk milletinin ne kadar geniş bir coğrafyada yaşadığının kanıtı niteliğindedir:

o    Kıpçakça (Kuzeybatı Türkî)
§  Batı: Kırım-Tatarcası (500.000), Kumıkça (280.000), Karaçay-Balkarca (250.000), Karaimce (ölmek üzere), Kumanca (ölü)
§  Kuzey: Tatarca (7,8-8.8 milyon), Başkurtça (2,2 milyon)
§  Güney: Kazakça (14-16 milyon), Kırgızca (5,2 milyon), Karakalpakça (400.000), Nogayca (70.000)
§   
o    Oğuzca (Güney-Batı Türkî)
§  Batı: Türkiye Türkçesi (77 milyon, ikinci dil olarak konuşanlarla 83 milyon), Azerice (35-40 milyon), Gagavuzca (400.000)
§  Doğu: Türkmence (6,8-8.5 milyon), Horasan-Türkçesi (400.000 ?)
§  Güney: Kaşgayca (1,5 milyon), Afşarca (300.000), Aynallu dili (7.000), Sonkori (?)
§  Salar: Salarca (60.000)
§   
o    Uygurca Uygurca 20-25 milyon (Güneydoğu Türkçe)
§  Çagatay Çagatayca (ölü)
§  Batı: Özbekçe (28 milyon)
§  Doğu:
§  Eski Türkçe (Orhun Kök, Yenisey Kök, Eski Uygurca, Karahanlıca) (ölü)
§  Uygurca (20-25 milyon)
§  Yugurca (Batı Yugur) (5.000)
§  Ayni dili (Ainu) (7.000)
§  İli Tûrki dili (100)
§   
o    Sibirce (Kuzeydoğu Türkî)
§  Kuzey:
§  Yakutça (456.000), Dolganca (5000)
§  Güney:
§  Yeniseyce Hakasça (65.000), Şorca (10.000)
§  Sayan Tuvaca (200.000), Tofaca (Karaçayca) (ölü)
§  Altayca Altayca (75.000) (lehçeleri: Oyrot dili; Tuvaca, Kumanda, Ku; Teloytca, Telengitçe)
§  Çulim Çulimce (500)
o    Argu
§  Halaçça (Kalayca) (42.000

Dilde,İşte,Fikirde Birlik

Yukarıdaki söz ünlü Türk mütefekkiri İsmail Gaspıralı’ya aittir. Aslen Kırım Tatarı olan Gaspıralı bu sözüyle Tüm Türkleri birliğe çağırmaktadır. Bu sunumumuzda ilgileneceğimiz işin dil boyutudur. Gaspıralı’nın temennisi önündeki en büyük engel Vahapzade’nin şu sözlerinde gizlidir:
“Gaspıralı’nın ideasını hayata geçirmek için ilk önce Türk halkları arasında alfabe birliğini gerçekleştirmeliyiz. Çünkü alfabe birliği olmadan dil birliği olmaz. Dil birliği olmadan fikir birliği olmaz. Fikir birliği olmayınca iş birliği de mümkün değil. “

Yakın dönemde Alfabe Tarihi
Bu konu hakkında mevcut Türk Dil Kurumu Başkanı Şükrü Haluk Akalın’ın  bir makalesinden kısa bir bölüm paylaşmak istiyorum. Sadece yakın dönemdeki alfabe tarihi değil bu tarihin günümüze yansımaları da yansıtılmış:
Azerbaycan Türkleri de 1927’de Lâtin alfabesine geçtiler. 1926’da Bakû’de Birinci Türkoloji Kongresi yapıldı. Bu kongrede uzun tartışmalardan sonra Latin kaynaklı bir alfabe benimsendi ve buna Birleştirilmiş Türk Elifbası adı verildi. Bu alfabe aşamalı olarak Sovyetlerdeki Türk Cumhuriyetlerince kullanılmağa başlandı. 1928’de Atatürk, en büyük atılımlarından birini gerçekleştirerek Türkiye’de Lâtin alfabesine geçişi sağladı. 1930’ların başında neredeyse bütün Türk dünyası aynı kaynaklı yazıyı kullanıyordu.

Bu durum devam etseydi belki de Sovyetlerdeki Türk halklarının birbirleriyle anlaşması daha kolay olacaktı. Ancak, Stalin’in 1930’larda başlattığı kıyım sırasında Sovyetlerdeki Türk halklarının Lâtin yazısını kullanmalarına son verildi. Ne ilginçtir ki 1926 Bakû Türkoloji Kongresinde Lâtin alfabesini savunan bilim adamlarının çoğunun ölüm tarihi 1937’dir. Bunlar arasında Türk soylu halkların bilim adamlarının yanı sıra ünlü Türkolog Samoyloviç de vardı. Bu kıyım sırasında Türk halklarının artık Kiril yazısını  kullanmalarına karar verildi. 1937’de başlayan Kiril yazısına geçiş uygulaması 1940’lı yılların başlarında tamamlandı.
 

Sovyetlerdeki bütün Türk halkları aynı Kiril alfabesini kullansalardı belki de bugünkü dağılmışlık yine olmayacak, Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler, Türkmenler hatta Azerbaycanlılar birbirlerini anlayabileceklerdi. Bu olmadı… Her cumhuriyette, oluşturulan her yazı dilinde farklı bir Kiril alfabesi  uygulamaya sokuldu. Bilindiği gibi dünyadaki bütün dillerde sesler ortaktır. Dilleri birbirinden ayıran sesler değil, seslerin oluşturduğu anlamlı yapılardır. Seslerin yazıdaki karşılıkları olan harfler de farklı dillerde aynı sesleri gösterebilir. Türk lehçelerinde seslerin neredeyse yüzde doksan dokuzu ortak iken bu seslerin bir bölümü için farklı işaretler kullanıldı. Geçen zaman içerisinde Türk halklarının dilleri birbirinden uzaklaşmağa başladı. 


Bilim ve öğretim dili olarak Rusçanın yaygınlaştırılması da Sovyetlerdeki Türk   soylu halkların birbirlerinin dillerinde anlaşma sağlamalarını engelledi. Bir Kazak ile Kırgız kendi ana dillerinde konuşsalar anlaşma oranı yüksek olacak ve belki de bu iki komşu lehçe bu kadar birbirinden uzaklaşmayacaktı. Sovyet halklarının kardeşlik dili Rusça, Sovyet dili Rusça  gibi kandırmacalar sayesinde Rusça, Türk soylu halklar arasında iletişim dili haline geldi.  Artık bugün bir Özbek ile bir Kazak yan yana geldiğinde gayet rahat bir şekilde Rusça konuşarak anlaşıyor. Hatta aynı soydan gelenler bile kendi aralarında Rusça konuşmayı tercih ediyorlar. Birkaç cumhuriyet dışında hemen hemen bütün Sovyetler Birliğinde yüksek öğretimde öğretim dilinin Rusça olması yeni kuşakların ana dilinden uzaklaşmasına yol açtığı gibi Türk soylu halkların birbirlerinin dillerini tanımalarını da engelledi. Böylece bugünkü tablo ortaya çıktı.”
Evet anlaşılacağı üzere en büyük sorun alfabe sorunudur. Ortak bir alfabeye geçilmelidir ve zaman kaybedilmemelidir. Bir diğer sorun farklı lehçe ya da ağızlarda aynı kelimelerin farklı anlamlara işaret etmesidir. Örneklerle bu sorunu inceleyelim:

Azeri Türkçesi- Türkiye Türkçesi kelime farklılıkları (Örnekler)
       Adam:Kişi
       Ata:Baba
       Baba:Dede
       Bekar:İşsiz
       Erik:Kayısı
       Hala:Teyze
       Zor:İyi

Kırgız Türkçesi-Türkiye Türkçesi Kelime Farklılıkları (Örnekler)
Ayna:Deterjan
Çirkin:Güzel
Çöp:Ot
Kek:Kin,Öç
Leş:Balık ismi
Misafir:Garip,gariban
Para:Rüşvet

Türkmen Türkçesi-Türkiye Türkçesi Kelime Farklılıkları (Örnekler)
       Beklemek:Kilitlemek
       Cahil:Delikanlı
       Çocuk:Domuz yavrusu
       Dana:Akıllı, bilgili
       Enayi:Cici,güzel
       Yatak:Hayvanların yattığı yer
       Yaz:İlkbahar

Kazak Türkçesi-Türkiye Türkçesi Kelime Farklılıkları (Örnekler)
       Ateş:Horoz
       Bakır:Kova
       Bardak:Dağınık
       Kurt:Ayrandan yapılan kuru bir milli yemek
       Masa:Sivrisinek
       Ot:Ateş
       Ayran:Yoğurt

Özbek Türkçesi-Türkiye Türkçesi Kelime Farklılıkları (Örnekler)
       Bayan:Kompozisyon
       Durmak:Ayağa kalkmak
       Hayır: Güle Güle
       Kök:Mavi
       Pencere:Çit
       Sindirmek:Kırmak
       Düşünmek:Anlamak

Görüldüğü üzere Türkiye Türkçesindeki birçok kelimenin karşılığı o dillerde apayrı anlamlara gelmektedir. Eğitimci bu kelimeleri bilmeli en azından eğitim aşamasında kullanmamalıdır. Çünkü zihin karışıklığına neden olabilir.
Tüm bu sorunların yanında bir de Türkiye Türkçesinin sorunları mevcuttur. Yazım kılavuzu, Düzeltme imi vs.. Bu lehçelerin hamisi konumundaki Türkiye Türkçesi önce kendi problemlerini halletmelidir.
Soydaşlarımızla iletişimimizi arttırmak ve onlara Türkiye Türkçesini öğretirken yahut öğretmeden psikolojik olarak bu duruma hazırlamak için birçok öneri mevcuttur. Şimdi bunlara bakalım:
       1.Teknolojinin sürekli gelişmesi sonucunda birçok kelime türetilmektedir. Yabancı dillerden de aynen kabul edilmektedir. Bu kelimelerin Türkçesi belirlenmeli ancak tüm lehçelerce ortaklaşa belirlenmelidir. Böylece yavaş yavaş da olsa zengin bir ortak söz hazinesi oluşturulabilir.
       2. Öğretim öğrenci merkezli olmalı. Öyleyse, insanın odak noktası olduğu bir öğretim biçiminde öncelikle insanların birbirleriyle tanışması için gerekli olan kalıp sözler (Merhaba, Adınız ne? Nasılsınız? vb.) ve insanın organ adları ile birlikte en doğal ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli olan sözler (yemek, içmek, gitmek, kalkmak, ev, okul vb.) öncelikle öğretilmelidir.
       3. Türkiye Türkçesini öğreten görevli öğretmen aynı dilin lehçelerini konuşturduğumuzu hissettirebilmelidir. Ortak kültür değerlerimizi öne çıkarabilirse motivasyonu sağlayacak ve öğrencileri aktif hale getirecektir.
       4. Okuma-anlamaya yönelik çalışmalarda edebi metinler yanında, gazete, dergi gibi günlük malzemelerdeki metinlere de yer verilmelidir.
       5.Konuşma-anlatma becerisine yönelik olarak televizyon, bilgisayar ve video gibi hem görsel, hem işitsel araç ve gereçlerden muhakkak yararlanılmalıdır. Bu şekilde  öğrencilerin Türkiye Türkçesinin telaffuzunda yaşayacakları problemler en aza inecektir.
       6.Türk Dünyası Sözlüğü yayınlanmalı.
Türk Dünyasının ortaklaşa dilbigisi kitabı basılmalı.
Türk Dünyası terminoloji sözlüğü yayımlanmalı
Türk Dünyasının ortaklaşa kullanabileceği yazım kılavuzu kitabı yayımlanmalı
       7. Türk Dünyası dillerinin özleştirilebileceğini savunanlar da vardır. Öz Türkçeci olarak adlandırılan bu grup dilde tasfiyeyi savunmakta ve öz Türkçeye ulaştığımızda diğer Türk topluluklarıyla tıpkı Mete zamanında olduğu gibi anlaşabileceğimizi iddia etmektedirler. Ancak bu bir ütopyadan öteye geçmeyecektir.
       8. Vahapzade şöyle der:
“Ben bu meselenin çözümünü ilk olarak bütün Türk halkları için iletişim dili olarak Türkiye Türkçesinin esas alınmasını makbul sayıyorum. Ben diyorum ki;her Türk kendi ülkesinde, kendi lehçesinde konuşsun, yazsın ama aramızda yapılacak olan toplantılarda her birimiz için iletişim dili olarak Türkiye Türkçe’si esas alınsın. “
Tdk başkanı Haluk Akalın’da Ankara Tömer’İn düzenlediği bir prpgram vesilesiyle yaptığı bir konuşmasında aşağıdaki hususlara dikkat çekmiştir:
       9.Türk halkları birbirinin edebi eserlerini okumalı, okutmalıdır. Okul kitaplarında her Türk lehçesinden parçalar özgün şekilleriyle ve o lehçeye aktarılmış şekilleriyle yer almalıdır. Türk dünyası ortak edebiyatının kaynak eserleri destanlar, masallar, ninniler, atasözleri her cumhuriyette ayrı ayrı yayımlanmalıdır. Bu edebi eserlerin bütün Türk dünyasının ortak ürün­leri olduğu bilinci yaygınlaştırılmalıdır.  Türk dünyası şair ve yazarlarının eserleri diğer leh­çelerde de yayımlanmalıdır. Bu eserler ortak Türk alfabesiyle yayımlanmalı, sayfanın bir ta­ra­fında özgün metin karşısında ise aktarması bulunmalıdır. Yani kültür korunumu ve yakınlaşması sağlanmalıdır.
       10. Türk cumhuriyetlerinin radyo ve televizyon yayınlarının Türk halkları tarafından izlenmesi sağlanmalıdır. Yayınlar Türk dili ile yapılmalıdır. Televizyonlarda Türk halklarının filmleri özgün şekilleriyle oynatılmalı, alt yazıda o ülkenin lehçesine aktarılmalıdır
       11. Türk dünyasındaki sanat ve kültür ilişkileri karşılıklı olarak geliştirilmeli, güçlendirilmelidir. Müzik, sinema, tiyatro gibi sanat türleri ortak iletişim dilinin gelişmesine yardımcı olacaktır
       12.Türk lehçeleri için pratik günlük konuşma kitapları hazırlanmalıdır. Burada kullanılacak cümlelerde ortak kullanımlara ağırlık vermek gerekir. Bir lehçe için çok özel ifade yerine, her lehçede anlaşılabilecek genel kullanışlar tercih edilmelidir.
       13. Kabilecilik, aşiretçilik gibi Türk dünyasını bölen düşüncelerden kaçınılmalıdır. Ağız özelliklerini yazı diline aksettirmekten uzak durmalıdır. Mümkün oldukça bütün Türk lehçelerindeki ortak şekiller kullanılmalıdır.
       14. Türk halkları birbirleriyle iletişimlerinde kendi dillerinden başka bir dili, iletişim dili olarak kullanmamalıdır. Halklar arasındaki iletişimde Rusça veya İngilizce gibi çeşitli yabancı dillerin kullanılması ortak iletişim dilinin ve ortak yazı dilinin oluşmasını geciktirir, hatta engeller.
       15. Türk halkları arasında iletişimi artıracak ve geliştirecek bir başka unsur ise internettir. İnternette Türk halklarının haberleşmesi için ortak alfabe uygulaması  en kısa zamanda başlamalıdır. İnternette Türk halkları birbirleriyle ana dillerinde haberleşmeli ve internet kullanılacak ortak terimleri üretilmelidir. Türk Cumhuriyetlerinin Üniversitelerinin ve diğer kurumlarının internette açacağı sayfalar öncelikle ve mutlaka ana dille yazılmalıdır. Ana dildeki internet sayfalarının yabancı dillere de çevrilebilir. Türkiye’de başlatılan İnternette Türkçeyi Yaygınlaştıralım çalışmalarına Türk Cumhuriyetleri de katılmalıdır
       16. Türk halkları ortak iletişim dilinin oluşturulması için Sürekli Türk Dil Kurultayları yeniden canlandırılmalı, her yıl bir Cumhuriyette yapılmalıdır. Kurultaylarda ortak iletişim dilinin oluşma şartları ele alınmalı, gelişmeler izlenmelidir. Bu kurultaylarda zaman içerisinde ortaya çıkabilecek durumlarla ilgili olarak ortak çözüm yolları yürürlüğe konulmalıdır
Son sözü Faruk Kadri Timurtaş’a bırakalım:
“Dil meselesi bir milli müdafaa meselesedir. Dilimizi korumak vatan ve milleti korumakla birdir. Çünkü dil vatan kadar, tarih kadar, gelecek kadar ve töre kadar azizdir. Dil de bayrak gibi aile gibi mukaddesattandır”

Asım ÖKSÜZ





      Kaynakça
       Türkolojinin Çeşitli Sorunları Üzerine Makaleler-İncelemeler(Prof.Dr.Mehman Musaoğlu Ankara Kültür Bakanlığı 2002)
       Türkçenin Dünü Bugünü Yarını: Uluslar arası Bilgi Şöleni: Bildiriler,7-8 Ocak 2002-Ankara Kültür Bakanlığı
       T.C Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensitütüsü Türkçenin Eğitimi ve Öğretimi Bilim Dalı Azerbaycan Türkçesini, Türkmen Türkçesini ve Gagavuz Türkçesini Konuşanlara Türkiye Türkçesinin Öğretilmesi Doktora Tezi Reşide Gürses Ankara 2000
       T.C Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensitütüsü Türkçenin Eğitimi ve Öğretimi Bilim Dalı Grameri Türkçe Olan Topluluklara Türkiye Türkçesinin Öğretimi Doktora Tezi Erol Barın Ankara 1998
       ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ 
                TÜRK  DÜNYASINDA  ORTAK  İLETİŞİM  DİLİ  ÜZERİNE 
                Prof. Dr. Şükrü Halûk AKALIN 
       Johanson, Lars & Éva Agnes Csató, eds. (1998). The Turkic languages. London: Routledge
       Türk Dilleri Ailesi Makale Prof.Dr. Talat Tekin

11 Mart 2011 Cuma

SÜPHAN’DAN TANRI DAĞI’NA MURAT NEHRİ’NDEN VEY IRMAĞI’NA

Doğu ana 940 yıl evladının yokluğunda hep geceyi yaşamıştı.Türk oğul on asır sonra döndü yurduna. Döndü, çünkü artık bir zamanlar ışık verdiği batı, kendi sahte ışıklarını yaratmıştı. İnsanlar artık parlak avizelerle aydınlanıyor, yarattıkları sahte dünyada göz kamaştıran ışıklar altında sahte mutluluklarla ecnebi danslar ediyorlardı. Ve işte bu göz kamaşmasıyla gerçeği arayanlar da sarhoş oluyor, yine sahte gülücükler, sahte sözler içinde çırpınarak boğulup gidiyorlardı. İyi insanlar da bir yıldızın kaymasında olduğu gibi peşine takıldıkları parlak ışıkların ardında son nefeslerini de tüketiyor, sönüp kayboluyorlardı. Çünkü güneşe benzemeye çalışan yıldızlar gibi olan aydınlar artık güneşe değil ampullere benzemeye çalışıyorlardı. Yani aydınların ışıkları da sahteydi artık… Arzda yaratılan sahte yıldızlar semadaki gerçek yıldızların görünmesine  engel oluyordu. Yüzünü göğe çeviren zavallı insanlar da siyahtan başka bir şey göremiyorlardı. Batı artık eski batı değildi. Yeni batıda doğunun oğlu Türk’e yer yoktu artık. O da, küllenmiş aydınlığını alıp döndü ana yurduna.
  
Döndü dönmesine ama doğuyu da bıraktığı gibi bulamadı. Yaşlı anası, evladının, onu içine terk ettiği karanlıklar içinde ölmüştü. Güneşin ve Türk’ün küçük kardeşleri de analarından sonra dağılmışlar, sinmişler, özlerini yitirmeye yüz tutmuşlardı. Velhasıl, ne doğuda doğuluk kalmıştı ne batıda batılık. Kıyametin büyük alameti de gün yüzüne çıkmıştı. Batıdan sahte güneşler doğuyor, doğunun has güneşleri batıyordu doğudan.

Türk dönünce karanlıklar biraz yırtılır gibi oldu. Gök kubbe, Tanrı Dağı’nda atan tan vakitlerini anımsadı. Kadim dostu Türk’ü görünce olanca gücüyle ufukları parçalamak, karanlığın boğazına tırnaklarını geçirip liğme liğme etmek için çırpındı. Ama nafile… Doğu’nun bahtı gibi siyah bulutlar hakimdi artık bu mavi bayrakta. Hava her dem durgun, toprakta ölüm sessizliği hakimdi. Mavi Turan bayrağını titretecek bir damla rüzgar bile kalmamıştı…

Güç bela bulduğu bir aralıktan yere gönderdi ışığını Türk. Işığın düştüğü yer tanıdık gibiydi. Ancak geçen on asır burayı hatırlamasını güçleştiren puslu bir cam gibiydi. Türk düşündü… Yüzlerce yıldır yapmamıştı bunu. Öz yurdu üstünde kafa yormayalı hayli zaman olmuştu. Zorlandı ama hatırladı. Burası soyunun eviydi. Atasının bir zamanlar yaşadığı ev…

       Süphan’ın eteklerinde kimsesiz boynu bükük kalmış bu yuva.Adını Kutalmışoğlu Süleyman Şah’tan almış.Kimsesizliğine yalnızlığına inat, kafa tutuyor asırlara.Belki bir gün evladı döner de ona sahip çıkar düşüncesiyle hala ayakta.Ama artık son günlerini yaşayan ihtiyarlar gibi, güçsüz düşmüş.Çünkü hayli zaman horlanmış, terk edilmiş…

       Gördüğü bu manzara hayırsız evlat Türk’ün gözlerini nemlendirmeye yetmişti.Ama daha bunlar denizde damla gibiydi.Türk’ü ağlatacak o kadar çok şey vardı ki…Bin yıldır sahte gülümseyişlere alışmış Türk, ağlarsa, belki anlayabilirdi ata yurdunu.Hatta ancak ve ancak ağlarsa anlayabilirdi…Akif’in korktuğu başımıza gelmişti çünkü.”Çatma, kurban olayım ; çehreni, ey nazlı Hilal!” sözlerinin,yürekten söylenmeye söylenmeye büyüsü bozulmuş, nazlı Hilal’in kaşları çatılmıştı.Esen kahpe rüzgarlar çimdik çimdik koparmıştı al benzinden gülüşlerini bayrağın.Uçları püskül püskül olmuş öylece titriyordu şimdi kutsal emanet.
      
       İlk gördükleri bunlardı Doğu’nun evladının.Çünkü öz yurdunda parya muamelesi görmüş olsa da nazlı hilal; hala bir ışık veriyordu etrafına.Belki bunca karanlığın içinde Türk evlat görür de koşar imdadına ana yurdunun diye…”Ben burada neden varım? Varsam sen neden yoksun?” Beyni ve kalbi dağlayan bu iki soruyu sorar gibi titriyor ay yıldız.Cevabını bilse de soruyordu.Cevap basit:Ardına çil çil kubbeler serpen ordu, dönüp ardına bakmamıştı bir daha…Bir dakika, bir dakika…Şimdi soru sorma sırası bende diye düşündü Türk.Peki nerede benim mukaddesatımı emanet ettiğim insanlar, nerede bozkurt bakışlı kardeşlerim?

       Bozkurtlar…Yedi düvele kafa tutmuş, emanetlerine sahip çıkan, onları Rus’tan, Ermeni’den, yedikleri tasa pisleyen itlerden korumuş bozkurtlar…Ama onların da bir dayanma gücü vardı elbet.Onlar da kocayınca, çaresiz, itlerin maskarası olacaklardı.Bunu bilmeliydi Türk.Arada bir dönüp onlara güç kuvvet vermeliydi.Ama yapmadı.Şimdiyse iş işten geçmek üzereydi.

       Evet, itler…Dört yanı istila etmiş gönüllerince hırlıyor, yol kesiyor, hüküm sürüyorlardı.İşte bu itler artık farkındaydı cami duvarına işenmeyeceğinin.Çözüm yolunu bulmuştu onlar da kendilerince.Biliyorlardı ki Türk’ü Allah’a yükselten iki merdiveni vardı.Biri minare, diğeri sancak...İşte bu itler cami bahçesinde gölgelenip, sancağın altına pisliyorlardı.Gerçi Türk, atasının evindeki bu rezilliği görünce çobansız it olmayacağını bilerek bu itlerin çobanını bulup başını ezmeye ant içti…

       Bahçe…Bahçede tek bir ağaç bile kalmamıştı.Oysa gençken soysuza haddini bildirip buradaki ağaçların gölgesinde terini silerdi Türk.Şimdi, değil ağaç, ot bile kalmamıştı bahçede.Nasıl kalsın?Türk’ün iman dolu göğsü gibi sağlam bahçe duvarları artık yerle birdi.Yıkık dökük, virane…Bunu fırsat bilen boynuzları Bizans mızrağı öküzler dolup kalmıştı bahçeye.Etraftaki onca pisliğe aldırış etmeden, pervasızca gezinip duruyorlardı bahçede.Belki de buradaki itlerin hırlamadığı tek canlılar bunlardı...Yanlış!O an gözü bacalara tünemiş kargalara ilişti Türk’ün.Onlar da kafa kafaya vermiş sinsi planlar yapıyorlardı.Yemen’de Türk’ün karnını deşmiş kahpeliklere eş, planlar yapıyordu leş kargaları…Üstelik artık onlara bu gökyüzünü zindan edecek kartal da kalmamıştı pek buralarda…Onlar da buranın rahatlarındandı.O kadar rahatlardı ki onların sesleri de, it seslerine karışıp semayı kaplıyordu.

       Üşür gibi oldu Türk.Kar soğuktu çünkü.Soğuk olmasına rağmen toprağı olanca beyazlığıyla kaplamıştı.Sarıkamış’ta bu toprağın gerçek sahiplerine yorgan vazifesi görmüş beyaz örtü, sanki bu kutsal toprakları, üzerinde yaşanan pisliklerden muhafaza etmek ister gibi örtmüştü…Yok yok üşümesi bundan değildi zaten Türk’ün.Ürperiyordu içi.Bin yıllık pişmanlık ruhunu kaplamıştı.İşte şimdi Türk’ün gözleri Tuna gibi, Volga gibi, Fırat gibi, Dicle gibi, Orhun ve Selenga gibi, Murat gibi çağlıyordu.

       Bir yandan ağlıyor bir yandan Türkistan’dan, Tanrı Dağları’ndan, Ötüken Ormanları’ndan gelen gür sesi işitiyordu.Kürşad’ın sesiydi bu.

“Ve bir gün tan atarken yüce Tanrı Dağı’ndan,
 Kürşad’ın gür sesi duyulacak:
 Atlar Vey Irmağı’nda sulansın!
 Güneş!Doğduğu yerde karşılansın!
 Emri tekrar edecek gök, toprak, deniz…
 Bozkurtlar uluyacak bütün Anadolu’dan
 Biz de sizdeniz, biz de sizdeniz…”

       Gerçekten öyle mi?Peki Kürşad görse şimdi bu ahmaklığımızı, görse ki emanetine hıyanet etmiş öz evlatları; verir miydi bu emri?Peki duyulur mu bozkurtların sesi Anadolu’dan?İt sesleri, karga sesleri bastırır mı acaba bozkurdun hürriyet çığlıklarını?Hepsinden öte, hepsinden vahim, hepsinden müphem, acaba Vey, bize verir mi suyundan?Haydi Süphan yol verdi diyelim, peki Vey yol verir mi, geçirir mi köprülerinden?Bir geçmişimize bakar bir de bize bakarsa halimiz nicedir ey bozkurt kardeşlerim?Yiğit Türk kanıyla taşmış Vey; atamıza layık olmadığımızı görünce bizi de, taşkınıyla sel olup boğar mı acaba ne dersiniz?

       Ben bir ulağım,pusatsız,atsız, yalın ayak fakat yorulmayan bir ulak.” diyor Dilaver Cebeci ve bizlere Vey’den haber getiriyor.Gelin kulak verelim bu habere.Diyor ki:

Yer yüzünde ırmaklar çoktur. Kimi ağır, yorgun, sessiz akar, kimi başı dumanlı dağların arasından çoğalıp gider, kimi Fuzuli'nin dediği gibi, '' Başını taştan taşa vurup gezer''… Ama Vey onlara benzemez. Ben Vey Irmağı’nı görmedim. Görmedim ama, bilirim ki; Vey'in bütün ırmaklardan başka bir yanı vardır. Vey Tuna'ya bile benzemez.Kızılırmak mı diyorsunuz? Çok dertleşmişimdir onunla. Onun kııylarında yılgınlar olur. Geceleri, onun kıyılarında, Hitit savaş arabalarının tekerlek seslerini duyarsınız. Bir köprü başında allı gelinin türkülerini duyarsınız. Aras mı dediniz, Fırat mı, Dicle mi dediniz? Günlük hayatımızın her anında, bizimle yanyana, bizimle iç içe, bizimle kankardeştir onlar.

Ben Vey Irmağını hiç bilmem, hiç görmedim. o bin üç yüz yılın küskünlüğü ve garipliği ile, erimez demir dağların ardından, bir deli cengaverin yenilmişliği ile, sadece haritadan görebildiğim bir yöne gider. Düşlerimde görürüm ki; ne zaman bir yağmur yağsa, bütün köprüleri yıkar. Yıkar da bir Allah'ın kulu geçemez.

Vey Irmağı, Güneş’e de küskündür. Bir sarışın sabah güneşi, ona sebil olan asil kanların nasıl pıhtılaştığını, nasıl yatağına karışıp onu nasıl kızıla boyadığını göstermiştir.Güneşten gayrı tanığı olmayan bir yenilgisi vardır Vey'in. Bin üç yüz yıl önce kör bir geceydi. Göğün ebedi kandilleri yıldızlar bile görmedi. Kimseler duymadı. Nispetsiz bir cengin galipleri ve yenikleri bilir sadece.

Vey isterdi ki; nerde küheylana binmiş bir yalın kılıç yiğit varsa, gelsin köprülerden geçsin, suyundan içsin. Hürriyete doğru uzanan yollara geçit versin. Vey isterdi ki; yiğitler doğuran analar ağlamasın. Yavru kurtlar öksüz büyümesin. Gel gör ki; o yağmur yok mu? o uzun, kevgire dönmüş göğün bitmek bilmeyen suyu..

Onun da kıyılarında yılgınlar olur mu acaba? Söğütler eğilip alnından öperler mi? Hala kan renginde mi akar? Bilmiyorum… Ben Vey'i hiç görmedim.

Vey sadece yaşamın savaş olduğunu bilir. Hele erce yaşamanın en büyük savaş olduğunu… Şöyle bir yol bulabilse Anadolu'ya doğru, Tanrı'nın önünde durulmaz buyruğu olmasa; dağlardan, ovalardan vadilerden, kavruk çöllerden geçip gelecek. Gelecek de tembel hafızalarımıza kin gibi akacak, nur gibi akacak ve “Uyanın!” diyecek. O yağmurlu, acılı, kanlı geceden bahsedecek. Mayamızın toprağından kokular getirecek. Bin üç yüz yıldır sinesinde sakladığı taze ve sıcak kanları damarlarımıza dökecek. Vey damarlarımızda akacak.

Ben bir ulağım,pusatsız,atsız, yalın ayak fakat yorulmayan bir ulak. Düşlerimde haberler işitirim. Sonra onları yavru kurtlara anlatırım.Yeni düşler öğütlerim.

Vey'e giden yolları bilir misiniz? Yaban otların boy attığı bizim öz yollarımızı bilir misiniz? Kervansaray yıkıntılarını, muhkem kal'aları bilir misiniz? Geçebilir misiniz?

Öyle ise; size Vey'den selam getirdim. Orası çaresizliğin, tatlı ölümün , küheylan atların kıyısıdır. Üçler, Yediler, Kırklar hep oraya uçup giderler. Orası erenlerin kıyısıdır.

Şimdi Vey, bin üç yüz yıllık bir hatırayı yaşıyor. Şimdi orada delice bir yağmur yağıyor. Yıldızsız, aysız bir gecedir. Kırk yiğidin cenk naralarından, kılıç şakırtılarından, at kişnemelerinden, gök gürültülerinden özge ses yoktur orada. Vey her sabah, kanlı gözlerle uyanır. Uyanır da, Hürriyet türküleri söyleyen yağız ozanların yanık kopuz seslerini dinler.

Ben Vey'i hiç görmedim. Hiç bilmem. Onu düşlerimde duyarım sadece. Ben garip yaşayan yapıldak bir ulağım.

Vey'in ve Kırkların size selamları var yavru kurtlarım..” diyor rahmetli Dilaver Cebeci.
 

       Ne dersiniz, özür dilemek, titreyip kendimize dönmek için çok mu geç?Yoksa bu topraklardan vazgeçmek için mi çok erken?

Ahmet ÖZYER