Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

12 Mart 2011 Cumartesi

Türk Soylulara Türkiye Türkçesinin Öğretiminde Yaşanan Sorunlar ve Çözüm Önerileri


“Bir gün tüm Türk Devletleri ile Çin Seddi’nde buluşacağız.”
 
Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün de ifade ettiği gibi, bizler yani Türk milletinin fertleri geleceğe hazırlık yapmalı ve alemde yaşayan tek Türk topluluğunun biz olmadığını bilmeliyiz. Peki kimlerdir Türk soylular, nerelerde yaşar, hangi dilleri konuşurlar? 

Türk Soylular Kimlerdir?
Johanson’un 1998 yılında basılan The Turkic languages isimli kitabından alınan bilgiler Türk milletinin ne kadar geniş bir coğrafyada yaşadığının kanıtı niteliğindedir:

o    Kıpçakça (Kuzeybatı Türkî)
§  Batı: Kırım-Tatarcası (500.000), Kumıkça (280.000), Karaçay-Balkarca (250.000), Karaimce (ölmek üzere), Kumanca (ölü)
§  Kuzey: Tatarca (7,8-8.8 milyon), Başkurtça (2,2 milyon)
§  Güney: Kazakça (14-16 milyon), Kırgızca (5,2 milyon), Karakalpakça (400.000), Nogayca (70.000)
§   
o    Oğuzca (Güney-Batı Türkî)
§  Batı: Türkiye Türkçesi (77 milyon, ikinci dil olarak konuşanlarla 83 milyon), Azerice (35-40 milyon), Gagavuzca (400.000)
§  Doğu: Türkmence (6,8-8.5 milyon), Horasan-Türkçesi (400.000 ?)
§  Güney: Kaşgayca (1,5 milyon), Afşarca (300.000), Aynallu dili (7.000), Sonkori (?)
§  Salar: Salarca (60.000)
§   
o    Uygurca Uygurca 20-25 milyon (Güneydoğu Türkçe)
§  Çagatay Çagatayca (ölü)
§  Batı: Özbekçe (28 milyon)
§  Doğu:
§  Eski Türkçe (Orhun Kök, Yenisey Kök, Eski Uygurca, Karahanlıca) (ölü)
§  Uygurca (20-25 milyon)
§  Yugurca (Batı Yugur) (5.000)
§  Ayni dili (Ainu) (7.000)
§  İli Tûrki dili (100)
§   
o    Sibirce (Kuzeydoğu Türkî)
§  Kuzey:
§  Yakutça (456.000), Dolganca (5000)
§  Güney:
§  Yeniseyce Hakasça (65.000), Şorca (10.000)
§  Sayan Tuvaca (200.000), Tofaca (Karaçayca) (ölü)
§  Altayca Altayca (75.000) (lehçeleri: Oyrot dili; Tuvaca, Kumanda, Ku; Teloytca, Telengitçe)
§  Çulim Çulimce (500)
o    Argu
§  Halaçça (Kalayca) (42.000

Dilde,İşte,Fikirde Birlik

Yukarıdaki söz ünlü Türk mütefekkiri İsmail Gaspıralı’ya aittir. Aslen Kırım Tatarı olan Gaspıralı bu sözüyle Tüm Türkleri birliğe çağırmaktadır. Bu sunumumuzda ilgileneceğimiz işin dil boyutudur. Gaspıralı’nın temennisi önündeki en büyük engel Vahapzade’nin şu sözlerinde gizlidir:
“Gaspıralı’nın ideasını hayata geçirmek için ilk önce Türk halkları arasında alfabe birliğini gerçekleştirmeliyiz. Çünkü alfabe birliği olmadan dil birliği olmaz. Dil birliği olmadan fikir birliği olmaz. Fikir birliği olmayınca iş birliği de mümkün değil. “

Yakın dönemde Alfabe Tarihi
Bu konu hakkında mevcut Türk Dil Kurumu Başkanı Şükrü Haluk Akalın’ın  bir makalesinden kısa bir bölüm paylaşmak istiyorum. Sadece yakın dönemdeki alfabe tarihi değil bu tarihin günümüze yansımaları da yansıtılmış:
Azerbaycan Türkleri de 1927’de Lâtin alfabesine geçtiler. 1926’da Bakû’de Birinci Türkoloji Kongresi yapıldı. Bu kongrede uzun tartışmalardan sonra Latin kaynaklı bir alfabe benimsendi ve buna Birleştirilmiş Türk Elifbası adı verildi. Bu alfabe aşamalı olarak Sovyetlerdeki Türk Cumhuriyetlerince kullanılmağa başlandı. 1928’de Atatürk, en büyük atılımlarından birini gerçekleştirerek Türkiye’de Lâtin alfabesine geçişi sağladı. 1930’ların başında neredeyse bütün Türk dünyası aynı kaynaklı yazıyı kullanıyordu.

Bu durum devam etseydi belki de Sovyetlerdeki Türk halklarının birbirleriyle anlaşması daha kolay olacaktı. Ancak, Stalin’in 1930’larda başlattığı kıyım sırasında Sovyetlerdeki Türk halklarının Lâtin yazısını kullanmalarına son verildi. Ne ilginçtir ki 1926 Bakû Türkoloji Kongresinde Lâtin alfabesini savunan bilim adamlarının çoğunun ölüm tarihi 1937’dir. Bunlar arasında Türk soylu halkların bilim adamlarının yanı sıra ünlü Türkolog Samoyloviç de vardı. Bu kıyım sırasında Türk halklarının artık Kiril yazısını  kullanmalarına karar verildi. 1937’de başlayan Kiril yazısına geçiş uygulaması 1940’lı yılların başlarında tamamlandı.
 

Sovyetlerdeki bütün Türk halkları aynı Kiril alfabesini kullansalardı belki de bugünkü dağılmışlık yine olmayacak, Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler, Türkmenler hatta Azerbaycanlılar birbirlerini anlayabileceklerdi. Bu olmadı… Her cumhuriyette, oluşturulan her yazı dilinde farklı bir Kiril alfabesi  uygulamaya sokuldu. Bilindiği gibi dünyadaki bütün dillerde sesler ortaktır. Dilleri birbirinden ayıran sesler değil, seslerin oluşturduğu anlamlı yapılardır. Seslerin yazıdaki karşılıkları olan harfler de farklı dillerde aynı sesleri gösterebilir. Türk lehçelerinde seslerin neredeyse yüzde doksan dokuzu ortak iken bu seslerin bir bölümü için farklı işaretler kullanıldı. Geçen zaman içerisinde Türk halklarının dilleri birbirinden uzaklaşmağa başladı. 


Bilim ve öğretim dili olarak Rusçanın yaygınlaştırılması da Sovyetlerdeki Türk   soylu halkların birbirlerinin dillerinde anlaşma sağlamalarını engelledi. Bir Kazak ile Kırgız kendi ana dillerinde konuşsalar anlaşma oranı yüksek olacak ve belki de bu iki komşu lehçe bu kadar birbirinden uzaklaşmayacaktı. Sovyet halklarının kardeşlik dili Rusça, Sovyet dili Rusça  gibi kandırmacalar sayesinde Rusça, Türk soylu halklar arasında iletişim dili haline geldi.  Artık bugün bir Özbek ile bir Kazak yan yana geldiğinde gayet rahat bir şekilde Rusça konuşarak anlaşıyor. Hatta aynı soydan gelenler bile kendi aralarında Rusça konuşmayı tercih ediyorlar. Birkaç cumhuriyet dışında hemen hemen bütün Sovyetler Birliğinde yüksek öğretimde öğretim dilinin Rusça olması yeni kuşakların ana dilinden uzaklaşmasına yol açtığı gibi Türk soylu halkların birbirlerinin dillerini tanımalarını da engelledi. Böylece bugünkü tablo ortaya çıktı.”
Evet anlaşılacağı üzere en büyük sorun alfabe sorunudur. Ortak bir alfabeye geçilmelidir ve zaman kaybedilmemelidir. Bir diğer sorun farklı lehçe ya da ağızlarda aynı kelimelerin farklı anlamlara işaret etmesidir. Örneklerle bu sorunu inceleyelim:

Azeri Türkçesi- Türkiye Türkçesi kelime farklılıkları (Örnekler)
       Adam:Kişi
       Ata:Baba
       Baba:Dede
       Bekar:İşsiz
       Erik:Kayısı
       Hala:Teyze
       Zor:İyi

Kırgız Türkçesi-Türkiye Türkçesi Kelime Farklılıkları (Örnekler)
Ayna:Deterjan
Çirkin:Güzel
Çöp:Ot
Kek:Kin,Öç
Leş:Balık ismi
Misafir:Garip,gariban
Para:Rüşvet

Türkmen Türkçesi-Türkiye Türkçesi Kelime Farklılıkları (Örnekler)
       Beklemek:Kilitlemek
       Cahil:Delikanlı
       Çocuk:Domuz yavrusu
       Dana:Akıllı, bilgili
       Enayi:Cici,güzel
       Yatak:Hayvanların yattığı yer
       Yaz:İlkbahar

Kazak Türkçesi-Türkiye Türkçesi Kelime Farklılıkları (Örnekler)
       Ateş:Horoz
       Bakır:Kova
       Bardak:Dağınık
       Kurt:Ayrandan yapılan kuru bir milli yemek
       Masa:Sivrisinek
       Ot:Ateş
       Ayran:Yoğurt

Özbek Türkçesi-Türkiye Türkçesi Kelime Farklılıkları (Örnekler)
       Bayan:Kompozisyon
       Durmak:Ayağa kalkmak
       Hayır: Güle Güle
       Kök:Mavi
       Pencere:Çit
       Sindirmek:Kırmak
       Düşünmek:Anlamak

Görüldüğü üzere Türkiye Türkçesindeki birçok kelimenin karşılığı o dillerde apayrı anlamlara gelmektedir. Eğitimci bu kelimeleri bilmeli en azından eğitim aşamasında kullanmamalıdır. Çünkü zihin karışıklığına neden olabilir.
Tüm bu sorunların yanında bir de Türkiye Türkçesinin sorunları mevcuttur. Yazım kılavuzu, Düzeltme imi vs.. Bu lehçelerin hamisi konumundaki Türkiye Türkçesi önce kendi problemlerini halletmelidir.
Soydaşlarımızla iletişimimizi arttırmak ve onlara Türkiye Türkçesini öğretirken yahut öğretmeden psikolojik olarak bu duruma hazırlamak için birçok öneri mevcuttur. Şimdi bunlara bakalım:
       1.Teknolojinin sürekli gelişmesi sonucunda birçok kelime türetilmektedir. Yabancı dillerden de aynen kabul edilmektedir. Bu kelimelerin Türkçesi belirlenmeli ancak tüm lehçelerce ortaklaşa belirlenmelidir. Böylece yavaş yavaş da olsa zengin bir ortak söz hazinesi oluşturulabilir.
       2. Öğretim öğrenci merkezli olmalı. Öyleyse, insanın odak noktası olduğu bir öğretim biçiminde öncelikle insanların birbirleriyle tanışması için gerekli olan kalıp sözler (Merhaba, Adınız ne? Nasılsınız? vb.) ve insanın organ adları ile birlikte en doğal ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli olan sözler (yemek, içmek, gitmek, kalkmak, ev, okul vb.) öncelikle öğretilmelidir.
       3. Türkiye Türkçesini öğreten görevli öğretmen aynı dilin lehçelerini konuşturduğumuzu hissettirebilmelidir. Ortak kültür değerlerimizi öne çıkarabilirse motivasyonu sağlayacak ve öğrencileri aktif hale getirecektir.
       4. Okuma-anlamaya yönelik çalışmalarda edebi metinler yanında, gazete, dergi gibi günlük malzemelerdeki metinlere de yer verilmelidir.
       5.Konuşma-anlatma becerisine yönelik olarak televizyon, bilgisayar ve video gibi hem görsel, hem işitsel araç ve gereçlerden muhakkak yararlanılmalıdır. Bu şekilde  öğrencilerin Türkiye Türkçesinin telaffuzunda yaşayacakları problemler en aza inecektir.
       6.Türk Dünyası Sözlüğü yayınlanmalı.
Türk Dünyasının ortaklaşa dilbigisi kitabı basılmalı.
Türk Dünyası terminoloji sözlüğü yayımlanmalı
Türk Dünyasının ortaklaşa kullanabileceği yazım kılavuzu kitabı yayımlanmalı
       7. Türk Dünyası dillerinin özleştirilebileceğini savunanlar da vardır. Öz Türkçeci olarak adlandırılan bu grup dilde tasfiyeyi savunmakta ve öz Türkçeye ulaştığımızda diğer Türk topluluklarıyla tıpkı Mete zamanında olduğu gibi anlaşabileceğimizi iddia etmektedirler. Ancak bu bir ütopyadan öteye geçmeyecektir.
       8. Vahapzade şöyle der:
“Ben bu meselenin çözümünü ilk olarak bütün Türk halkları için iletişim dili olarak Türkiye Türkçesinin esas alınmasını makbul sayıyorum. Ben diyorum ki;her Türk kendi ülkesinde, kendi lehçesinde konuşsun, yazsın ama aramızda yapılacak olan toplantılarda her birimiz için iletişim dili olarak Türkiye Türkçe’si esas alınsın. “
Tdk başkanı Haluk Akalın’da Ankara Tömer’İn düzenlediği bir prpgram vesilesiyle yaptığı bir konuşmasında aşağıdaki hususlara dikkat çekmiştir:
       9.Türk halkları birbirinin edebi eserlerini okumalı, okutmalıdır. Okul kitaplarında her Türk lehçesinden parçalar özgün şekilleriyle ve o lehçeye aktarılmış şekilleriyle yer almalıdır. Türk dünyası ortak edebiyatının kaynak eserleri destanlar, masallar, ninniler, atasözleri her cumhuriyette ayrı ayrı yayımlanmalıdır. Bu edebi eserlerin bütün Türk dünyasının ortak ürün­leri olduğu bilinci yaygınlaştırılmalıdır.  Türk dünyası şair ve yazarlarının eserleri diğer leh­çelerde de yayımlanmalıdır. Bu eserler ortak Türk alfabesiyle yayımlanmalı, sayfanın bir ta­ra­fında özgün metin karşısında ise aktarması bulunmalıdır. Yani kültür korunumu ve yakınlaşması sağlanmalıdır.
       10. Türk cumhuriyetlerinin radyo ve televizyon yayınlarının Türk halkları tarafından izlenmesi sağlanmalıdır. Yayınlar Türk dili ile yapılmalıdır. Televizyonlarda Türk halklarının filmleri özgün şekilleriyle oynatılmalı, alt yazıda o ülkenin lehçesine aktarılmalıdır
       11. Türk dünyasındaki sanat ve kültür ilişkileri karşılıklı olarak geliştirilmeli, güçlendirilmelidir. Müzik, sinema, tiyatro gibi sanat türleri ortak iletişim dilinin gelişmesine yardımcı olacaktır
       12.Türk lehçeleri için pratik günlük konuşma kitapları hazırlanmalıdır. Burada kullanılacak cümlelerde ortak kullanımlara ağırlık vermek gerekir. Bir lehçe için çok özel ifade yerine, her lehçede anlaşılabilecek genel kullanışlar tercih edilmelidir.
       13. Kabilecilik, aşiretçilik gibi Türk dünyasını bölen düşüncelerden kaçınılmalıdır. Ağız özelliklerini yazı diline aksettirmekten uzak durmalıdır. Mümkün oldukça bütün Türk lehçelerindeki ortak şekiller kullanılmalıdır.
       14. Türk halkları birbirleriyle iletişimlerinde kendi dillerinden başka bir dili, iletişim dili olarak kullanmamalıdır. Halklar arasındaki iletişimde Rusça veya İngilizce gibi çeşitli yabancı dillerin kullanılması ortak iletişim dilinin ve ortak yazı dilinin oluşmasını geciktirir, hatta engeller.
       15. Türk halkları arasında iletişimi artıracak ve geliştirecek bir başka unsur ise internettir. İnternette Türk halklarının haberleşmesi için ortak alfabe uygulaması  en kısa zamanda başlamalıdır. İnternette Türk halkları birbirleriyle ana dillerinde haberleşmeli ve internet kullanılacak ortak terimleri üretilmelidir. Türk Cumhuriyetlerinin Üniversitelerinin ve diğer kurumlarının internette açacağı sayfalar öncelikle ve mutlaka ana dille yazılmalıdır. Ana dildeki internet sayfalarının yabancı dillere de çevrilebilir. Türkiye’de başlatılan İnternette Türkçeyi Yaygınlaştıralım çalışmalarına Türk Cumhuriyetleri de katılmalıdır
       16. Türk halkları ortak iletişim dilinin oluşturulması için Sürekli Türk Dil Kurultayları yeniden canlandırılmalı, her yıl bir Cumhuriyette yapılmalıdır. Kurultaylarda ortak iletişim dilinin oluşma şartları ele alınmalı, gelişmeler izlenmelidir. Bu kurultaylarda zaman içerisinde ortaya çıkabilecek durumlarla ilgili olarak ortak çözüm yolları yürürlüğe konulmalıdır
Son sözü Faruk Kadri Timurtaş’a bırakalım:
“Dil meselesi bir milli müdafaa meselesedir. Dilimizi korumak vatan ve milleti korumakla birdir. Çünkü dil vatan kadar, tarih kadar, gelecek kadar ve töre kadar azizdir. Dil de bayrak gibi aile gibi mukaddesattandır”

Asım ÖKSÜZ





      Kaynakça
       Türkolojinin Çeşitli Sorunları Üzerine Makaleler-İncelemeler(Prof.Dr.Mehman Musaoğlu Ankara Kültür Bakanlığı 2002)
       Türkçenin Dünü Bugünü Yarını: Uluslar arası Bilgi Şöleni: Bildiriler,7-8 Ocak 2002-Ankara Kültür Bakanlığı
       T.C Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensitütüsü Türkçenin Eğitimi ve Öğretimi Bilim Dalı Azerbaycan Türkçesini, Türkmen Türkçesini ve Gagavuz Türkçesini Konuşanlara Türkiye Türkçesinin Öğretilmesi Doktora Tezi Reşide Gürses Ankara 2000
       T.C Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensitütüsü Türkçenin Eğitimi ve Öğretimi Bilim Dalı Grameri Türkçe Olan Topluluklara Türkiye Türkçesinin Öğretimi Doktora Tezi Erol Barın Ankara 1998
       ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ 
                TÜRK  DÜNYASINDA  ORTAK  İLETİŞİM  DİLİ  ÜZERİNE 
                Prof. Dr. Şükrü Halûk AKALIN 
       Johanson, Lars & Éva Agnes Csató, eds. (1998). The Turkic languages. London: Routledge
       Türk Dilleri Ailesi Makale Prof.Dr. Talat Tekin

11 Mart 2011 Cuma

SÜPHAN’DAN TANRI DAĞI’NA MURAT NEHRİ’NDEN VEY IRMAĞI’NA

Doğu ana 940 yıl evladının yokluğunda hep geceyi yaşamıştı.Türk oğul on asır sonra döndü yurduna. Döndü, çünkü artık bir zamanlar ışık verdiği batı, kendi sahte ışıklarını yaratmıştı. İnsanlar artık parlak avizelerle aydınlanıyor, yarattıkları sahte dünyada göz kamaştıran ışıklar altında sahte mutluluklarla ecnebi danslar ediyorlardı. Ve işte bu göz kamaşmasıyla gerçeği arayanlar da sarhoş oluyor, yine sahte gülücükler, sahte sözler içinde çırpınarak boğulup gidiyorlardı. İyi insanlar da bir yıldızın kaymasında olduğu gibi peşine takıldıkları parlak ışıkların ardında son nefeslerini de tüketiyor, sönüp kayboluyorlardı. Çünkü güneşe benzemeye çalışan yıldızlar gibi olan aydınlar artık güneşe değil ampullere benzemeye çalışıyorlardı. Yani aydınların ışıkları da sahteydi artık… Arzda yaratılan sahte yıldızlar semadaki gerçek yıldızların görünmesine  engel oluyordu. Yüzünü göğe çeviren zavallı insanlar da siyahtan başka bir şey göremiyorlardı. Batı artık eski batı değildi. Yeni batıda doğunun oğlu Türk’e yer yoktu artık. O da, küllenmiş aydınlığını alıp döndü ana yurduna.
  
Döndü dönmesine ama doğuyu da bıraktığı gibi bulamadı. Yaşlı anası, evladının, onu içine terk ettiği karanlıklar içinde ölmüştü. Güneşin ve Türk’ün küçük kardeşleri de analarından sonra dağılmışlar, sinmişler, özlerini yitirmeye yüz tutmuşlardı. Velhasıl, ne doğuda doğuluk kalmıştı ne batıda batılık. Kıyametin büyük alameti de gün yüzüne çıkmıştı. Batıdan sahte güneşler doğuyor, doğunun has güneşleri batıyordu doğudan.

Türk dönünce karanlıklar biraz yırtılır gibi oldu. Gök kubbe, Tanrı Dağı’nda atan tan vakitlerini anımsadı. Kadim dostu Türk’ü görünce olanca gücüyle ufukları parçalamak, karanlığın boğazına tırnaklarını geçirip liğme liğme etmek için çırpındı. Ama nafile… Doğu’nun bahtı gibi siyah bulutlar hakimdi artık bu mavi bayrakta. Hava her dem durgun, toprakta ölüm sessizliği hakimdi. Mavi Turan bayrağını titretecek bir damla rüzgar bile kalmamıştı…

Güç bela bulduğu bir aralıktan yere gönderdi ışığını Türk. Işığın düştüğü yer tanıdık gibiydi. Ancak geçen on asır burayı hatırlamasını güçleştiren puslu bir cam gibiydi. Türk düşündü… Yüzlerce yıldır yapmamıştı bunu. Öz yurdu üstünde kafa yormayalı hayli zaman olmuştu. Zorlandı ama hatırladı. Burası soyunun eviydi. Atasının bir zamanlar yaşadığı ev…

       Süphan’ın eteklerinde kimsesiz boynu bükük kalmış bu yuva.Adını Kutalmışoğlu Süleyman Şah’tan almış.Kimsesizliğine yalnızlığına inat, kafa tutuyor asırlara.Belki bir gün evladı döner de ona sahip çıkar düşüncesiyle hala ayakta.Ama artık son günlerini yaşayan ihtiyarlar gibi, güçsüz düşmüş.Çünkü hayli zaman horlanmış, terk edilmiş…

       Gördüğü bu manzara hayırsız evlat Türk’ün gözlerini nemlendirmeye yetmişti.Ama daha bunlar denizde damla gibiydi.Türk’ü ağlatacak o kadar çok şey vardı ki…Bin yıldır sahte gülümseyişlere alışmış Türk, ağlarsa, belki anlayabilirdi ata yurdunu.Hatta ancak ve ancak ağlarsa anlayabilirdi…Akif’in korktuğu başımıza gelmişti çünkü.”Çatma, kurban olayım ; çehreni, ey nazlı Hilal!” sözlerinin,yürekten söylenmeye söylenmeye büyüsü bozulmuş, nazlı Hilal’in kaşları çatılmıştı.Esen kahpe rüzgarlar çimdik çimdik koparmıştı al benzinden gülüşlerini bayrağın.Uçları püskül püskül olmuş öylece titriyordu şimdi kutsal emanet.
      
       İlk gördükleri bunlardı Doğu’nun evladının.Çünkü öz yurdunda parya muamelesi görmüş olsa da nazlı hilal; hala bir ışık veriyordu etrafına.Belki bunca karanlığın içinde Türk evlat görür de koşar imdadına ana yurdunun diye…”Ben burada neden varım? Varsam sen neden yoksun?” Beyni ve kalbi dağlayan bu iki soruyu sorar gibi titriyor ay yıldız.Cevabını bilse de soruyordu.Cevap basit:Ardına çil çil kubbeler serpen ordu, dönüp ardına bakmamıştı bir daha…Bir dakika, bir dakika…Şimdi soru sorma sırası bende diye düşündü Türk.Peki nerede benim mukaddesatımı emanet ettiğim insanlar, nerede bozkurt bakışlı kardeşlerim?

       Bozkurtlar…Yedi düvele kafa tutmuş, emanetlerine sahip çıkan, onları Rus’tan, Ermeni’den, yedikleri tasa pisleyen itlerden korumuş bozkurtlar…Ama onların da bir dayanma gücü vardı elbet.Onlar da kocayınca, çaresiz, itlerin maskarası olacaklardı.Bunu bilmeliydi Türk.Arada bir dönüp onlara güç kuvvet vermeliydi.Ama yapmadı.Şimdiyse iş işten geçmek üzereydi.

       Evet, itler…Dört yanı istila etmiş gönüllerince hırlıyor, yol kesiyor, hüküm sürüyorlardı.İşte bu itler artık farkındaydı cami duvarına işenmeyeceğinin.Çözüm yolunu bulmuştu onlar da kendilerince.Biliyorlardı ki Türk’ü Allah’a yükselten iki merdiveni vardı.Biri minare, diğeri sancak...İşte bu itler cami bahçesinde gölgelenip, sancağın altına pisliyorlardı.Gerçi Türk, atasının evindeki bu rezilliği görünce çobansız it olmayacağını bilerek bu itlerin çobanını bulup başını ezmeye ant içti…

       Bahçe…Bahçede tek bir ağaç bile kalmamıştı.Oysa gençken soysuza haddini bildirip buradaki ağaçların gölgesinde terini silerdi Türk.Şimdi, değil ağaç, ot bile kalmamıştı bahçede.Nasıl kalsın?Türk’ün iman dolu göğsü gibi sağlam bahçe duvarları artık yerle birdi.Yıkık dökük, virane…Bunu fırsat bilen boynuzları Bizans mızrağı öküzler dolup kalmıştı bahçeye.Etraftaki onca pisliğe aldırış etmeden, pervasızca gezinip duruyorlardı bahçede.Belki de buradaki itlerin hırlamadığı tek canlılar bunlardı...Yanlış!O an gözü bacalara tünemiş kargalara ilişti Türk’ün.Onlar da kafa kafaya vermiş sinsi planlar yapıyorlardı.Yemen’de Türk’ün karnını deşmiş kahpeliklere eş, planlar yapıyordu leş kargaları…Üstelik artık onlara bu gökyüzünü zindan edecek kartal da kalmamıştı pek buralarda…Onlar da buranın rahatlarındandı.O kadar rahatlardı ki onların sesleri de, it seslerine karışıp semayı kaplıyordu.

       Üşür gibi oldu Türk.Kar soğuktu çünkü.Soğuk olmasına rağmen toprağı olanca beyazlığıyla kaplamıştı.Sarıkamış’ta bu toprağın gerçek sahiplerine yorgan vazifesi görmüş beyaz örtü, sanki bu kutsal toprakları, üzerinde yaşanan pisliklerden muhafaza etmek ister gibi örtmüştü…Yok yok üşümesi bundan değildi zaten Türk’ün.Ürperiyordu içi.Bin yıllık pişmanlık ruhunu kaplamıştı.İşte şimdi Türk’ün gözleri Tuna gibi, Volga gibi, Fırat gibi, Dicle gibi, Orhun ve Selenga gibi, Murat gibi çağlıyordu.

       Bir yandan ağlıyor bir yandan Türkistan’dan, Tanrı Dağları’ndan, Ötüken Ormanları’ndan gelen gür sesi işitiyordu.Kürşad’ın sesiydi bu.

“Ve bir gün tan atarken yüce Tanrı Dağı’ndan,
 Kürşad’ın gür sesi duyulacak:
 Atlar Vey Irmağı’nda sulansın!
 Güneş!Doğduğu yerde karşılansın!
 Emri tekrar edecek gök, toprak, deniz…
 Bozkurtlar uluyacak bütün Anadolu’dan
 Biz de sizdeniz, biz de sizdeniz…”

       Gerçekten öyle mi?Peki Kürşad görse şimdi bu ahmaklığımızı, görse ki emanetine hıyanet etmiş öz evlatları; verir miydi bu emri?Peki duyulur mu bozkurtların sesi Anadolu’dan?İt sesleri, karga sesleri bastırır mı acaba bozkurdun hürriyet çığlıklarını?Hepsinden öte, hepsinden vahim, hepsinden müphem, acaba Vey, bize verir mi suyundan?Haydi Süphan yol verdi diyelim, peki Vey yol verir mi, geçirir mi köprülerinden?Bir geçmişimize bakar bir de bize bakarsa halimiz nicedir ey bozkurt kardeşlerim?Yiğit Türk kanıyla taşmış Vey; atamıza layık olmadığımızı görünce bizi de, taşkınıyla sel olup boğar mı acaba ne dersiniz?

       Ben bir ulağım,pusatsız,atsız, yalın ayak fakat yorulmayan bir ulak.” diyor Dilaver Cebeci ve bizlere Vey’den haber getiriyor.Gelin kulak verelim bu habere.Diyor ki:

Yer yüzünde ırmaklar çoktur. Kimi ağır, yorgun, sessiz akar, kimi başı dumanlı dağların arasından çoğalıp gider, kimi Fuzuli'nin dediği gibi, '' Başını taştan taşa vurup gezer''… Ama Vey onlara benzemez. Ben Vey Irmağı’nı görmedim. Görmedim ama, bilirim ki; Vey'in bütün ırmaklardan başka bir yanı vardır. Vey Tuna'ya bile benzemez.Kızılırmak mı diyorsunuz? Çok dertleşmişimdir onunla. Onun kııylarında yılgınlar olur. Geceleri, onun kıyılarında, Hitit savaş arabalarının tekerlek seslerini duyarsınız. Bir köprü başında allı gelinin türkülerini duyarsınız. Aras mı dediniz, Fırat mı, Dicle mi dediniz? Günlük hayatımızın her anında, bizimle yanyana, bizimle iç içe, bizimle kankardeştir onlar.

Ben Vey Irmağını hiç bilmem, hiç görmedim. o bin üç yüz yılın küskünlüğü ve garipliği ile, erimez demir dağların ardından, bir deli cengaverin yenilmişliği ile, sadece haritadan görebildiğim bir yöne gider. Düşlerimde görürüm ki; ne zaman bir yağmur yağsa, bütün köprüleri yıkar. Yıkar da bir Allah'ın kulu geçemez.

Vey Irmağı, Güneş’e de küskündür. Bir sarışın sabah güneşi, ona sebil olan asil kanların nasıl pıhtılaştığını, nasıl yatağına karışıp onu nasıl kızıla boyadığını göstermiştir.Güneşten gayrı tanığı olmayan bir yenilgisi vardır Vey'in. Bin üç yüz yıl önce kör bir geceydi. Göğün ebedi kandilleri yıldızlar bile görmedi. Kimseler duymadı. Nispetsiz bir cengin galipleri ve yenikleri bilir sadece.

Vey isterdi ki; nerde küheylana binmiş bir yalın kılıç yiğit varsa, gelsin köprülerden geçsin, suyundan içsin. Hürriyete doğru uzanan yollara geçit versin. Vey isterdi ki; yiğitler doğuran analar ağlamasın. Yavru kurtlar öksüz büyümesin. Gel gör ki; o yağmur yok mu? o uzun, kevgire dönmüş göğün bitmek bilmeyen suyu..

Onun da kıyılarında yılgınlar olur mu acaba? Söğütler eğilip alnından öperler mi? Hala kan renginde mi akar? Bilmiyorum… Ben Vey'i hiç görmedim.

Vey sadece yaşamın savaş olduğunu bilir. Hele erce yaşamanın en büyük savaş olduğunu… Şöyle bir yol bulabilse Anadolu'ya doğru, Tanrı'nın önünde durulmaz buyruğu olmasa; dağlardan, ovalardan vadilerden, kavruk çöllerden geçip gelecek. Gelecek de tembel hafızalarımıza kin gibi akacak, nur gibi akacak ve “Uyanın!” diyecek. O yağmurlu, acılı, kanlı geceden bahsedecek. Mayamızın toprağından kokular getirecek. Bin üç yüz yıldır sinesinde sakladığı taze ve sıcak kanları damarlarımıza dökecek. Vey damarlarımızda akacak.

Ben bir ulağım,pusatsız,atsız, yalın ayak fakat yorulmayan bir ulak. Düşlerimde haberler işitirim. Sonra onları yavru kurtlara anlatırım.Yeni düşler öğütlerim.

Vey'e giden yolları bilir misiniz? Yaban otların boy attığı bizim öz yollarımızı bilir misiniz? Kervansaray yıkıntılarını, muhkem kal'aları bilir misiniz? Geçebilir misiniz?

Öyle ise; size Vey'den selam getirdim. Orası çaresizliğin, tatlı ölümün , küheylan atların kıyısıdır. Üçler, Yediler, Kırklar hep oraya uçup giderler. Orası erenlerin kıyısıdır.

Şimdi Vey, bin üç yüz yıllık bir hatırayı yaşıyor. Şimdi orada delice bir yağmur yağıyor. Yıldızsız, aysız bir gecedir. Kırk yiğidin cenk naralarından, kılıç şakırtılarından, at kişnemelerinden, gök gürültülerinden özge ses yoktur orada. Vey her sabah, kanlı gözlerle uyanır. Uyanır da, Hürriyet türküleri söyleyen yağız ozanların yanık kopuz seslerini dinler.

Ben Vey'i hiç görmedim. Hiç bilmem. Onu düşlerimde duyarım sadece. Ben garip yaşayan yapıldak bir ulağım.

Vey'in ve Kırkların size selamları var yavru kurtlarım..” diyor rahmetli Dilaver Cebeci.
 

       Ne dersiniz, özür dilemek, titreyip kendimize dönmek için çok mu geç?Yoksa bu topraklardan vazgeçmek için mi çok erken?

Ahmet ÖZYER

1 Ocak 2011 Cumartesi

Halide Nusret'in "Küçük Dostlarım" Adlı Kitabının Önsözü

Çocukları pek severim. Hayatta her insanın bir zaafı bir iptilası vardır. Benim tek büyük zaafım da-Niçin itiraf etmemeli...- çocuk sevgisidir! Ve bu aşk yüzünden ışık çevresinde dönen pervane misali öğretmenlik mesleğine tutulup kalışım bundandır.

Yalnız sevimli, terbiyeli, zeki ve çalışkan olanları değil, -Böylesini herkes sever!- ben sevimsiz, somurtkan, haylaz, hatta aptal çocukları da severim. Bana "Öğretmenim" diyen ses, beni "Annem" diye çağıran ses kadar sevgili ve kıymetlidir.
Bir yaşından yirmi yaşına kadar her çocuk, bence zevkle okunmaya değer meraklı bir kitap; karşısında uzun uzun, hayran hayran düşünülecek bir bilinmeyenler alemidir.
Yirmi bir yıldan beri bu kitapları yaprak yaprak, satır satır okumaya ve anlamaya çalışıyorum.
Fakat hala "Çocuk" adlı kitapta anlayamadığım, sökemediğim cümleler rastladığım olur.
Bu itirafımdan sonra, okuyucularım bu eserde, tecrübelerin belki haklı; fakat herhalde soğuk ve tatsız gururunu elbette aramayacaklardır.
Hayır, sevgili okurlarım elinizdeki kitap, ağırbaşlı, psikolojik bir eser olmak iddiasında değildir.
Buna bir "hikaye kitabı" da denilemez. Çünkü içinde bir damlacık hayal bulamayacaksınız.
Ben bu kitapta sadece, gördüklerimi ve duyduklarımı -işittiklerimi değil, hissettiklerimi- sunuyorum. O kadar çok sevdiğim "Küçük Dostlarım'ı", daha doğrusu binlerce küçük dostumdan, rast gele birkaçını okurlarıma da tanıtmak istedim.
Küçük dostlarım... Fakat artık onların çoğu küçük değildir. Onlar öğretmen, subay, doktor, hakim, avukat, memur veya sanatçı olarak -İçlerinde bir kraliçe bile var!- yurdumun dört bucağına dağılmışlardır. Ve Tanrı'ya şükür, pek çoğu bugün anne, babadırlar.
Anadolu'nun hangi şehrine, hangi kasabasına varsam, orada "Hocam" diye ellerime sarılan bir enç kadın veya erkek buluyorum be kalbim hazzın ipek kanatlarına sarılarak uçuyor.
Mesleğime nankör diyenler çok haksızdırlar. Bu eşsiz zevki "öğretmenlikten" başka hiçbir meslek insana duyuramaz.
"Ya acıları?..." mı diyorsunuz?..
Ah!... Evet acıları... "Kaybolanlar"ın arkasından duyulan o müthiş kalp sancısı!
Manen kaybettiklerimi hafızamın en sisli köşelerine sıkı sıkı hapsediyorum. Fakat bir bahar çiçeği kadar taze ve bir ışık parçası kadar güzel ve temiz olarak toprağa verdiklerim...
Onları asla unutmuyorum, unutamıyorum. "Nadide"den "Semih"e kadar boy boy, renk renk, pırıl pırıl kız ve erkek çocuklar... Kadriye, Maide, Halime, Cavit, Şehvar, Fahri... Her biri başlı başına birer gerçek değer olan zavallı yavrularım!...
"Küçük Dostlarım"dan söz etmeye başlarken önce onların adlarını anmak, onların hatıralarını selamlamak, bana bir gönül borcu gibi göründü
Ve işte böyle, değerli okurlarım, aziz meslektaşlarım, anladınız değil mi? Bu kitabımla"Onlar"ı size tanıtmak istiyorum.
Birkaç kırık dökük çizgi, bir avuç gölge...Boyaların parıltılı dilinden yoksun, kara kalem bir çocuk portresi, bir küçük insan kişiliği. Ve çok defa bu kişiyi benim hafızamın köklerine altın çivilerle perçinlemiş olan bir küçük olay.
İşte kitabımda bunları bulacaksınız...
Basit şeyler ama, içlerinde hoşuna gidenler, gözlerinize bir damla yaş, dudaklarınıza bir küçük gülümseme getirenler, hatta başınızın karanlık bir köşeciğine titrek bir mum alevi uzatanlar olacaklar sanıyorum. Şüphesiz bir meş'ale, kuvvetli bir elektrik lambası değil, ancak bir mum alevi... Fakat ne de olsa bir ışık.
Tevfik Fikret:
"Ben bu ümmid ile teşyi-i hayat etmedeyim" der. Ben o kadar ileriye gitmeyeceğim. Fakat muhakkak ki bu umut bendeki çalışma gücünü ve yaşama zevkini arttırıyor.
Ben bu güzel umut'u alarak çekiliyorum. Sizi "Küçük Dostlarım"la karşı karşıya bırakıyorum.

Halide Nusret Zorlutuna
1948, Bayramoğlu

31 Aralık 2010 Cuma

Cemaat Hangi Tarafta?

Bugün bir haber dikkatimi çekti. Todays Zaman isimli gazete editörleri Yılın Adamı olarak Ahmet Altan'ı seçmişler. Tabi ki fikirleri kendilerini ve sempatizanlarını bağlar o konuda bir itirazımız olamaz. Ancak vahim olan durum bu gazetenin islamcı ve muhafazakar söylemleri bulunan bir cemaatin resmi yayın organı halinde bulunması. Taraftarlarının büyük kısmının da bu söylemlerinden dolayı bu cemaate mensup olması. Peki Ahmet Altan kimdir? Evvela buna kısaca bir göz atalım.1950 doğumlu olan Altan eski milletvekili olan ve halen köşe yazarlığı yapan Çetin Altan'ın oğlu. Kendisi de babası gibi köşe yazarı. Edebi kitapları da var. Hatta "Sudaki İz" isimli  1985 tarihli romanı yayınladıktan sonra müstehcenlikten dolayı yargılandı ve toplatıldı. Siyasete aktif olarak katılmadı ama siyasi gündemi belirlemekte üstüne yok. Halihazırda kurucusu olduğu ve başyazarlığını yürüttüğü Taraf gazetesinde bu rolunü oldukça iyi oynuyor. Ahmet Altan'ı tanıyabilmek için sadece edebi eserlerini okumak yetmez. O kitaplardan -yine 1985 yılında- Kadınca dergisinde verdiği röportaj tadını alabilirsiniz ama... Altan bu röportajında Ensest ilişkiyi onayladığını, hayvanlarla cinselliği normal karşıladığını ve bütün kadınlarda bir fahişe eğilimi olması gerektiğini” söylemiş. Tamamını okumak isteyenler için,
(bkz: http://www.2023haber.com/haber_detay.php?haberid=10170)
Evet Ahmet Altan'ın bu kitaplarını okursanız 1985 dönemindeki Ahmet Altan'ı tanırsınız. Ancak Taraf Gazetesi'ni takip ederseniz bugünkü Ahmet Altan'ı da tanırsınız. Ancak kafamızı karıştıran bazı problemler var. Mesela malum cemaat tarafından sempatizanlarına sürekli pohpohlanan TSK, içerisinde çok sayıda sapığın bulunduğu tehlikeli bir kurumdur tezi bu adamın nezdinde hiç rağbet bulmamış. Her gün Tsk aleyhine bir takım belgeleri ortaya çıkarıyor. Halbuki Tsk da sapık. Aynı familyadan olmaları gerek bunların. Ama tabi beyefendi katıksız bir özgürlükten yana. İfade ve basın özgürlüğü çerçevesinde bunları yapma hakkı da var. Yoksa vatanını sevmediğinden falan değil. Ki bu sözlerin sahibi de olsa: "Vatanı bir çift kadın memesine satarım" Ve bu adam sadece o yüzden Kandil'e gitti orada Pkk'lılarla görüştü hatta ayrılırken oradakileri dostları olarak da nitelemedi. Biz zaten biliyorduk da bu yılın adamı olayı tarafsız kitle için iyi oldu. Kim kimin tarafında herkes bilsin. Cemaat Taraf Gazetesi ilk çıktığında kaynağının kendileri tarafından aktarıldığı matbalarının bile Zaman gazetesi ile aynı olduğu iddialarını yalanlamıştı hatırladığım kadarıyla. Ancak daha sonra Tsk'ya karşı yürütülen psikolojik operasyonlarda Taraf Gazetesi haberlerinin her gün Zaman'da sürmanşet olması ve samanyolu haberde bültenin ilk sırasında yer alması bu iddiaların doğruluğunu ortaya koydu. Şimdi de yılın adamı ödülünü vermişler. Ne diyelim hayırlı olsun. Son bir belgeyle kapatalım yazıyı. Sadece Ahmet Altan'ın değil cemaatin de fikirleri aynı yöndedir, biline. Cemaat dosyasına devam edeceğiz...

(Bkz: http://www.frmtr.com/kultur/1587028-atakurt-ahmet-altan.html)

27 Aralık 2010 Pazartesi

SİYASÎ İSLÂMCILAR, MEHMET AKİF VE TÜRK OCAKLARI

Siyasî İslâmcılar sahip çıkar gibi görünmelerine rağmen aslında Akif’i pek beğenmezler. Onun bir İttihatçı, hattâ “derin devlet” diye aşağıladıkları “Teşkilât-ı Mahsusa”nın önemli bir elemanı ve Sultan II. Abdülhamit’i devirenlerden oluşu, gerici molla takımına karşı ve modernleşmeden yana tavır alışını, şiirinde geçen “Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi” mısraını, İstiklâl Marşı’mızda “dağları yırtmak, taşmak”tan yani Ergenekon Destanından bahsedişini, Kur’an- Kerim’i neredeyse bin yıl sonra ilk defa Türkçeye tercüme edişini hep kafacıklarında not etmiş, bunları toplayıp Büyük Akif’i kendi aralarında neredeyse “kâfir” ilân etmek üzeredirler.
Bilindiği gibi, İmparatorluğumuzun yıkılmaya yüz tuttuğu 19. asır ortalarında durumun vahametini gören aydınların sarıldığı ideoloji, Osmanlı milliyetçiliği, kısaca Osmanlıcılık idi. Bu vatansever aydınların, bütün imparatorluklar gibi her açıdan tam anlamıyla bir mozaik olan devletimizi ayakta tutmak için benimseyebilecekleri başka bir ideoloji de söz konusu olamazdı.
Tipik Osmanlıcı, Vatan Şairi Namık Kemal idi. Onun ünlü Vatan -yahut- Silistre adlı tiyatro eserindeki çok tanınan marşın “Osmanlılarız; can veririz, nam alırız biz” nakaratı, “Osmanlı” adını verdiği bir milleti yaratmak hayalinin, yani Osmanlıcılığın, kendi ağzından en güzel ifadesidir. 93 Harbi felâketinden sonra bu büyük vatansever, yine çok ünlü Vaveylâ şiirini yazar ve bu şiirde “Kâbe’de siyahlara bürünüp bir kolunu ravza-i Nebi’ye, diğerini Kerbelâ’da Meşhed’e atmış, dimdik ayakta duran bir anne” olarak gördüğü vatandan bahseder. Artık Osmanlıcı değildir; Hıristiyan eyaletlerin bir bir ayrılıp millî devletlerini kurduklarını görmüş, bir Osmanlı milleti yaratmak hayali acı derslerle sona ermiştir. Kalanlar Müslüman toplumlardır. O da, bu toplumları, yani ümmeti kapsayacak bir Müslüman milleti (!) yaratmak idealine sarılır. Ümmetçilik veya İslâmcılık denilen siyasî akımın öncüsü olur. Ve 1888’de vefat eder.
1888’de 15 yaşında olan Mehmet Akif de, aynı ortamda, bir İslâmcı olarak yetişir. Sıfatlandırmak için ne söylesek az gelecek bu büyük vatansever, Türkçülerle çok çatışır. Onları bölücülükle suçlar, onlarla fikir kavgasına girişir. Dilinden düşürmediği “milletimiz” kelimesini hep Müslümanları kastederek kullanır. Asıl kavgasını bir başka büyük şairle yapar: Tevfik Fikret…
Tevfik Fikret, Batıcılık adı verilen akımın sembol ismidir. Ona göre “vatan bütün yer yüzü, millet bütün insanlardır; din ise medeniyet dinidir”. Medeniyete gönderdiği biricik evlâdı Halûk’tan bir daha haber alamayışıyla yıkılır zavallı Fikret. “Tek dişi kalmış canavar” Çanakkale’ye saldırınca. Yakup Kadri’ye “İnşallah İstanbul’a da gelir, bizi de kurtarırlar” der. Halûk’un macerası ise başlı başına bir derstir. Fikret gerçeği öğrenemeden ölmüştür. Gerçek ise, dinsiz olunamayacağıdır; Halûk 50 yıl sonra ortaya çıkar, Papaz olmuştur medeniyette. (1)
Bu arada Türk Ocaklarının mimarlarından iki Türkçü, milliyetçiliğin ne olduğunu çoktan ilân etmişlerdir: Mehmet Emin Yurdakul “Ben bir Türk’üm; dinim, cinsim uludur” derken, Ziya Gökalp yapılması gerekenin Türkleşmek, İslâmlaşmak, Çağdaşlaşmak olduğunu söylemekte, Türkçülüğün Esasları’nı “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Batı medeniyetindenim” şeklinde özetlemektedir.
Din adamı, âlim, müfessir, aynı zamanda Akif’in en yakın arkadaşı, Siyasî İslâmcı Hasan Basri Çantay, “Akifname” adlı eserinde anlatıyor, özetliyoruz: “Yıl 1919. Yunanlılar İzmir’e çıkmış, Anadolu içlerine ilerliyorlar. Çantay, Akif ve bir grup İslâmcı toplanmış, memleketin hâlini görüşmektedirler. Topluluğa bir Ege kasabasından gelen arkadaşları katılıyor. Hal-hatırdan sonra yana yakıla, Yunan askerlerinin, bilhassa yerli Rumların yaptıkları vahşeti anlatıyor. Akif dolmuştur, şişmiştir; birden patlıyor: “ORADA BİR TÜRK OCAĞI AÇIN !..” … Derin bir sessizlik… Aralarından biri, gittikçe kısılan bir sesle soruyor: “Sen de mi Hocam?..” Sözünü bitiremeden büyük Akif gürlüyor: “EVET !.. BEN DE !..”
Kader, bir vatanseveri daha Türk Milliyetçisi yapmıştır; daha fazla ve çok geç kalmadan. Artık Kuvayı Milliyeci Akif vardır. Türk milletinin Millî Marşını ona yazdırır, Atatürk ve Türkiye Büyük Millet Meclisi. Birkaç yıl önce, Gökalp’ın Ergenekon Destanı ile alay etmese de onu küçümsemişken, İstiklâl Marşına “Dağları yırtmayı, enginlere sığamayıp taşmayı” koyar; kahraman ırkından bahseder. Ve ölümüne birkaç yıl kala, kendine Er Soy soyadını seçer.
Bütün bu gerçekler anlatılınca, Akif’in Türkçülüğe ve Türk Ocaklarına bakışı ortaya çıkmıyor mu? Ama bildirimize takılan günümüz Siyasî İslâmcısına anlatınca ne der (ve dedi) biliyor musunuz? “İyi ama rahmetli zaten çok içerdi!”. Sahi… Akif çok içer miydi, ne dersiniz?
(Türk Ocakları Beykoz Şubesi)

Şehidimiz Ercüment Yahnici'nin Annesi Halide Hanım'la Yapılan Şubat 2002 Tarihli Röportaj


AYZIT: O Kargaşalı günleri biz değil ama siz yoğun bir şekilde yaşadınız.  O günler hakkında  birinci ağız olarak bizlere neler söyleyebilirsiniz,
YASEMİN YAHNİCİ: Çok sıkıntılı günlerdi.  Babam ihtilal yapmıştı. Daha sonra sürgüne gönderildik. Döndüğümüzde insanlar hem maddi ve hem de manevi olarak çökmüş durumdaydı. Babam ve rahmetli Başbuğ parti kurmak için gece gündüz uğraşıyorlardı. Kurulan partinin ilkeleri insanın -özellikle Türk insanının- fıtratına uygun olduğu için akın akın katılımlar başlamıştı. Katılanların çoğunluğunu gençler oluşturuyordu. Bu olayların olduğu sıralarda ben daha orta okula gidiyordum. Babam elime bildiri verir dağıttırırdı. “Tek  kızın var onu tehlikeye atma” diyenlere; “Ben kendi kızıma yaptıramadığım şeyleri başkalarına hiç yaptıramam” derdi.  Sıkı bir eğitim vardı. Okulla parti arasında koşuştururduk. Sürekli seminerler verilirdi.
Seminerlerin konusu, “Adab-ı  muaşeret” ten  “Ülkücü Kimdir?” e kadar her şeyi kapsardı. Seminerlerin sonunda sınava tabi tutulurduk  Bu kutsal hareketin hızla yayılması sindirilemedi ve olaylar başladı. İki günde bir onlardan birileri öldürülürdü. Üniversitedeki tüm profesörler yürüyüşe  geçerdi.  Arkadaşlardan bir ikisini göz altına alırlardı , ne serbest bırakırlar ne de yargılarlardı. Önümüze barikatlar kurar bizleri derslere  hatta sınavlara dahi sokmazlardı. Daha sonra katillerin onlardan olduğu anlaşılır arkadaşları serbest bırakırlardı,
 Bizim arkadaşlıklarımız da farklıydı. Hangimizin aşı, parası var, paylaşırdık. Aramızda kız ya da erkek diye ayrım olmazdı gece yarılarına kadar beraber oturur çözüm yolları bulmaya çalışırdık. Ama ertesi gün ayrıldıktan sonra arkadaşlarımızın bazılarının vurulduğunu, bazılarının tutuklandığını öğrenirdik. Şevketle evlendik ; aynı kaldırımda yürüyemiyorduk.  Çocuğumla ben bir kaldırımdan yürürdük; Şevket diğer kaldırımdan gelirdi.

Herşeyi rağmen Ercüment ve arkadaşları canlarını severek verdiler. Kimse kavgaya gitmemişti hep pusuya  düşürüldük, arkamızdan vurulduk. Tek isteğimiz  “Müreffeh bir Türkiye” idi, “Ezan susmasın Bayrak düşmesin” idi,

HALİDE YAHNİCİ: Evimiz Başkente yakındı ( Rahmetlinin Başkent dediği Başkent İktisadi ve Ticari İlimler Yüksek Okulu idi Cebeci Stadının hemen yanında yer alırdı), Üniversite ile arasında üç sokak vardı. Kaçan arkadaşları bize sığınırdı. Çok ıstırap çektik. O gelinceye kadar babasıyla beklerdik. Bir şeyler olacak diye çoraplarımla elbiselerimle yatardım.  O gelmeden  uyumazdım, uyuyamazdım.  Mehmet diye bir arkadaşı vardı. Öldürdüler.  Çocuklara yapmadıkları eziyet  kalmadı. Bir kız vardı, Menekşe. Kızcağız dar etekle  koşamamış da , eteğini  çıkarıp çorapla  kaçmış. Evimiz devamlı kurşunlanırdı. Hatta birkeresinde  polisler  evin karşısına  karpuz sergisi  açmışlardı.

Oğlumun her görüşten arkadaşları vardı. Birgün  solcu arkadaşları Cebeciye gidelim demiş. O zamanlar orası komünist kaynıyor. Bir ülkücünün oralarda  gezmek ne haddine  (!) Ama “Bizim yanımızda bir şey olmaz” demişler , demişler de aralarında Ercüment’i görünce  hep beraber güzel  bir sopa yemişler. Ercüment’in yanında yüklü bir miktar emanet para varmış, onu da almışlar. Oğlum arkadaşlarına sadece “Neyse siz de komünist dayağı yediniz ya!” demiş.
Her sabah kapıyı örter giderdi. O sabah  -neden bilmiyorum- kapıyı örtmemişti, Aradan birkaç dakika geçti  geçmedi sesler geldi, içime ateş düştü. Üçüncü kattan nasıl indiğimi bilmiyorum. Atladım mı uçtum mu farkında değilim. Kendimi arabanın başında buldum . Evladımı pusuya düşürmüşler.

O günden sonra  herşey bana acı verdi. Onun oturduğu  yerler,  köşeler, hatta güzel hatıralar bile. Odamı  gördün. Hertarafta onun hatırası var . Başka  hiçbir yerde  kalamıyorum, uyuyamıyorum. Başka bir yerde kaldığım zaman onun hatıraları öksüz kalacakmış gibi geliyor. Hayat acıya dönüştü. Eğer  bugün  ayaktaysam oğlumun, gelinimin ve  torunlarımın sayesindedir.
AYZIT; Ercüment beyin vefatından sonra gerek arkadaşları gerekse diğer insanlar tarafından ilgi alâka gördünüz mü? Vefasızlıktan şikâyet ettiğiniz oldu mu?

HALİDE YAHNİCİ: Allah razı olsun.  Siz ve sizin gibiler yalnız bırakmıyor. Arkadaşları da arkadaşlıkları da çok sıkıymış. Kaçtanesi doğan çocuklarına adını koydular.

YASEMİN YAHNİCİ:  İlgisizlikten ziyade mutsuzluk. Diğer şehit ailelerinde de   aynı şeyin olduğunu zannediyorum.  İnsanlar tüm umutlarını evlerinin direği olarak nitelendirdiği çocuklarına bağlıyorlar ve onları kaybedince kabul edersiniz ki yerlerini doldurmak kolay olmuyor. Yine de hüznümüzün yanında sevinç de yaşamıyor değiliz. Hiç tahmin edemeyeceğiniz yerlerde hastahanede devlet dairelerinde ya da tatil  merkezlerinde soyadımızı öğrenince hemen Ercüment’le akrabalığımız olup olmadığını, tanıyıp tanımadığımı soruyorlar.

AYZIT; Ercüment Beyin nasıl bir insan olduğu hakkında bize bilgi verebilir misiniz?
HALİDE YAHNİCİ:  Kimseleri incitmek istemezdi. Arkadaşlarıyla arası hep iyi olurdu. Bizim ülkücü olmayan akrabalarımız da vardı. Onları da ziyaret ederdi. Gönüllerini alırdı .Tam bir ülkücüydü. Çeliğe sarılmış ipek gibiydi. Okurdu, Çalışırdı. Hiç yorulmazdı.

YASEMİN YAHNİCİ: Beni çok severdi, çok iyi anlaşırdık. Bana “İyi ki kız kardeşim yok sen varsın” derdi.  Hamileyken Sağlık Bakanlığında çalışıyordum. Arabayla gelir beni alırdı. Tabi araba kurşunlanır. O benim başımı eğdirirdi. Herşeyden önce çok iyi  bir amcaydı.  Oğlum Dündar’ı çok severdi.  Biz ona toplu olduğu için takılırdık. O da Dündar’ı   – O Zaman Dündar 11 aylıktı-  kendisinin hep gittiği, Abdurrahman Tatlıcı’ya götüreceğini,  şişmanlatacağını söylerdi. “Ben bunu şımartıcam” derdi. Bir keresinde  evde muz kalmadığı için gecenin 12 sinde manav açtırmıştı. Daha o  zamanlar  
Dündar’ı alır  partiye götürürdü.  Hatırlaması çok güç  ama Dündar, amcasının onu havaya atıp tuttuğunu hatırladığını söyler. Yanıma sık sık gelip giderdi.   Kavaklıdere’de oturduğumuzdan oralar onun için çok tehlikeliydi. Ufacık şeylerden memnun olurdu.
Bizden küçüktü ama ona Ercüment Baba derdik. Gözlerine  baktıkça  huzur bulurdum.
AYZIT: ”Yahnici” ailesini  tanıyoruz. Ülkücülük aileye nereden geliyor.
HALİDE YAHNİCİ:  O zamanlar tam olarak bilinmediği için ailemizde ülkücü  yoktu. Ama bizler vatanını seven insanlarız. Mesela dedemiz Çanakkale şehitlerindendir. Çocuklarımızı ninni yerine  destanlarla büyütürüz. Ercüment daha ilkokuldayken Ulus”ta bağıra bağıra  “Altaylardan selâm sana” diye marş söyleyen bir çocuktu. Büyüyünce de abisinin ardından ülkücü harekete benim de teşvikimle girdi.

YASEMİN YAHNİCİ:  Şevket,  hocası Necdet Sançar’ın teşvikiyle  ocaklara gitmeye başlıyor, ardından Ercüment daha 9 yaşındayken abisinin peşinden ocaklara girip çıkmaya  başlıyor. Hani dediğimiz gibi “bu tadı almaya başlayan bir daha bırakmıyor”.
Devlet Beyin öğrencisiydi. Çok güzel bir grupları vardı ve birbirlerini çok severlerdi. Onu  kendisine her zaman örnek almıştı. Belki de bu yüzden çok kibardı.
AYZIT : Sizce  Ercüment bey halen yaşıyor olsaydı neler yapardı?
YASEMİN YAHNİCİ:  Yine ülkesi ve  ülküsü  için çalışacağından eminim. Hele partimizin iktidarda olduğunu bilse muhakkak ki önceden olduğu gibi o heybetli cüssesiyle  partinin kapısından ayrılmazdı. Liderlik vasıflarını taşıdığı için yine etrafına insanları toplar gece gündüz durmadan Türkiye için çalışırdı. Etrafındaki insanları her kesimden seçer ama hepsiyle de çok iyi  anlaşırdı. Herkesi ikna edecek bir yol bulur, hiç kimseyi üzmezdi. Hata  yaptırmazdı ,yapılan hataların da üzerinde durmaz eksikleri kendisi tamamlardı.

HALİDE  YAHNİCİ:  4 yaşında  kapıya gelen dilenciye bile  iyi davranıp kendisinden ayrı tutmayan “anne fukarama yumuşak ekmek,yumuşak yemek ver, dolma ver” diyen  bir çocuk ülkesi ve insanları için neler yapmazdı. Zaten evladıma yapacaklarını bildikleri için kıydılar.
AYZIT:  Bizler  genç olmamıza  ve ümidin ülkümüzdeki  yerini bilmemize rağmen zaman zaman ümitsizliğe düştüğümüz oluyor. Sizlerin de bizlerle aynı duyguları taşıdığınız anlar oldu mu?
YASEMİN YAHNİCİ:  Kesinlikle  hayır. Biz sizlerden çok daha kötü  günler gördük. İhtilalden sonra sürüldüğümüzde çok küçüktüm. Evden ne zaman ayrılsak geldiğimizde evin alt üst  edilip arandığını görürdük. Mektuplarımız çizilir iade edilirdi. İyi insan konumundan bir gün sonra kötü insan konumuna  düştük. Her  şekilde  hayat standartlarımız düştü. Hatta bir keresinde bizim ev yerine yanlışlıkla hakim bir komşumuz vardı onların evine  bombalı  pankart asılmıştı da  adam korkudan evini  taşımıştı. Kendimizden çok memleketimizin en az 20 sene  geriye gitmesine üzüldük. Her gün ülküdaşlarımızdan birkaç tanesinin  pusuya  düşürüldüğünü  ya da işkencelere maruz kaldığını öğrenmek hiç de kolay değildi.  Ama biz asla ümitsizliği düşmedik. Belki de “Kızıl Elma”ya inancımızdandır.
AYZIT: Ercüment Beyle ilgili unutamadığınız bir anınız var mı ?
HALİDE YAHNİCİ; Vefatından bir sene sonraydı. Genç bir çift gelip babasına bir miktar  para veriyorlar. Babası “Bu ne?” diye sorunca “Bizim alyansımızı Ercüment Baba almıştı. Biz de  şimdi bu  parayı size iade etmek istedik” diyorlar. Babası da “Bu oğlumun size hediyesiymiş öyle kalsın” diyor. Zaten çok çalışırdı. Ama bir çoğu arkadaşları içindi. Bu falanın yurt parası bu filanın yol  parası diye  hesap  yapardı. Bir keresinde de  Dündar  l yaş 3 aylıktı; kafasını şöminenin  kenarına  çarpmıştı. Ben de ayağıma alıp uyuttum. Uyandığında “Babaanne amcam gelip öptü benim ufum iyi oldu” dedi.

Yahnici ailesine teşekkürlerimizle.(Halide Hanımı Kasım ayında uğurladık. Mekanı Cennet olsun. Ayzıt ise Sahibinin Atilla KAYA, Yazı İşleri Müdürünün Alişan SATILMIŞ olduğu bir eski dergi.